Friday, April 06, 2007

Festival Günlüğü - Büyükannenin dişleri

Feci bir program vardı dün. 4 film arka arkaya. Şansımıza da hepsi baya iyi filmlerdi. Üstelik Chan-Wook Park'ı da yine görmüş olduk. Neyse fazla gevezelik yapmadan filmlere geçeyim.


Den Brysomme Mannen (Sorun Yaratan Adam)
Bana kalırsa bu film, 'herkes kendi istediği şeyi anlasın' tarzı filmlerdendi. Oturup tartışacak çok vaktimiz olmadı. Ama zaten "Sorun Yaratan Adam" işin gerçekçi, nesnel yanlarıyla çok ilgilenmeden büyük ihtimalle kendi ülkesi Norveç'in geldiği hallerle ilgili bir eleştiri yapıyordu. İnsanların tekdüzeleşmesi ve ilgi gösterdikleri alanların boşluğu üzerine çok etkileyici yan öykücükler ve anlar içeriyordu. Filmi ben daha çok 'doğal' olana karşı yaşanan özlem olarak görme taraftarıyım. Şimdi bunu okuyanlar "aman entel dantel bir filmmiş bu" demesinler. Çünkü film çok eğlenceli. Şahsen Yeni Melek'in diz öldüren koltuklarında oturmasam ve tam yanımda da resmen bir psycho'yla birlikte izlemek zorunda kalmasaydım eminim filmden çok daha fazla zevk alabilirdim. Yine de şu kadarını söyleyeyim "Sorun Yaratan Adam" gerçekten herkesin farklı birşeyler bulabileceği, ama bu görüşlerin de illa ki birbiriyle yakın olmak zorunda olacağı, bir film. Aynı zamanda çok da eğlenceli ana karakter Andreas'ın başına gelenler zaman zaman ciddi kahkahalar atmanızı sağlıyor. Özellikle sonu fazlasıyla yoruma açık ama ben biraz da filmin bu açıklamacı olmayan tavrını sevdim sanırım.


I'm a Cyborg, But That's OK (Ben bir Robotum ama değil)
Chan-wook Park'tan bu kadar samimi ama herşeyden önce bu kadar naif bir film geleceğini söyleseler inanmazdım. Söyleşisinde ipuçlarını vermişti ama bu kadarını beklemiyorum. Özellikle Uzak Doğu'nun romantik komedilerini biliyorsanız, genel tavrın da nasıl bir şey olacağını tahmin edebilirsiniz. Ama "I'm a Cyborg..." onların da üstünde tam anlamıyla bir deli işi olup çıkıyor. İki ana karakter başta olmak üzere pek çok yan karakterle de kurulan empati olağanüstü. Ve her bir ayrı tiplemeye özel vakit ayırması onları çok daha eğlenceli kılıyor. Zaman zaman gözleriniz doluyor, çoğunlukla kahkahalar atıyorsunuz ama işin sonunda mutlu bir şekilde salondan ayrılıyorsunuz. "Eternal Sunshine..."a günümüzün serseri aşıkları diyenlere her seferinde bir alternatif çıkarmayı severim. İşte bu film de bence o alternatifler arasında.
Park'ın o mizahi naif duygusu tüm filmi sarıyor ama filmin belki tek bir (görmezden gelinebilecek) bir sorunu var. Biraz uzun hissettiriyor kendisini. Bu öykünün uzamasından kaynaklanmıyor. Park sonlara doğru çeşitli çözüm anlarını öyle bir dinamizmle sunuyor ki, öykünün bitmemiş olmasına rağmen o an film bitse 'tamam oldu' diyebileceğiniz anlar bunlar. O yüzden belki de son sekans gereksiz gibi gelebiliyor. Ama filmin tümüne uygun o çok etkileyici son sahneyi görmek herşeye bedel.
Özellikle Uzak Doğu'dan çıkma deli işi aşk öykülerini sevenlerin kaçırmaması gereken bir film ve festivalin de zevkinin doruk noktasına çıktığı an. Aşık olunacak filmlerden.

Red Road (Kırmızı Sokak)
İlk filmlerde genelde hatalar görmezden gelinir ve yönetmen biraz da ekstra bir puanla başlar yola. "Red Road" için aynı şey geçerli değil. Her ne kadar Amerika'da daha önce rastladığım eleştirilerin çok da mükemmel bir portre çizmemesine rağmen filmin ben enfes bir öykü oluşturduğunu düşünüyorum. Üstelik ilk filminde Andrea Arnold da çok güçlü bir anlatımı yakalayabilmiş. Film ilk başta yeni çağın 'arka pencere'si gibi başlasa da sonrasında bizi çok daha kişisel sulara sürüklüyor. Kate Dickie'nin canlandırdığı Jackie'nin bir an karşılaştığı bir imge sonucunda çıktığı - bir anlamda - yolculuk bize de güçlü bir intikam öyküsü sunuyor. Senaryonun pek çok bölgesinde ciddi anlamda tuzaklar mevcut ve seyirci bu aşamalarda tamamen başka yönlere kaydırılarak farklı beklentilere sahip olması isteniyor. O yüzden filmi izleyecekseniz hakkında hiçbir şey okumamanızı tavsiye ederim. Tony Curran & 'sweet sixteen' Martin Compston'ın da rol aldığı film. Yönetmen Arnold'ın ilk filmi ama bu şekilde devam ederse sadık bir hayran kazandı bile. Filmin ciddi anlamda zorlayıcı ve sert bir yapısı olduğu konusunda bir uyarı da yapmam gerekir.

Offscreen (Ekran Dışı)
"Red Road" sonrasında daha da rahatsız edici bir film daha. Kabul etmem lazım "Allegro"dan çok keyif alsam da Christoffer Boe'nun biraz kendisini tekrarlamaya başladığını düşünmüştüm. Herhalde kendisi de böyle düşünmüş olacak ki bu tarz bir projeye imza atmış. İşin güzel yanı burada gerçekten de Boe yokmuş ve filmin yönetmeni aynı zamanda oyuncu Nicolas Bro'ymuş gibi izlememiz. Hiçbir zaman gerçek olmadığını bilsek de o etkiyi yine de yaratıyor. Dogma'cıların tavırlarını bu anlamda neredeyse bir üst noktaya taşıyan "Offscreen", tam olması gerektiği gibi bir film. İlk başta düzeni sağlam kuruyor, ortalarda biraz sarksa da, zaman içinde o şiddetlenme ve sertleşme derecelerini iyi ayarlıyor. Ve sonunda da son darbeleri indiriyor. Her şeyden önce Boe'nun bu Lars Von Trier ya da Soderbergh havalarında uçmaya başlaması bence yönetmenin ilerleyen filmografisi için olumlu bir işaret. Yalnız filmde alkışlanması gereken ilk isim şüphesiz Nicolas Bro. 'Vay be performansa bak' demiyorsunuz ama ne olursa olsun adam filmi resmen sırtın taşıyor.

Den Brysomme Mannen - 3,5/5
I'm a Cyborg, But That's OK - 4,5/5
Red Road - 4,5/5
Offscreen - 3/5

No comments: