Sunday, October 28, 2007

Hanna Schygulla'nın gözleri ve Antalya!

Bir süredir yine uğrayamadım buraya... yoğunluk yine fazlaydı hatta Filmekimi'nde bile sadece 2 film görebildim. İlki "Control"dü. Açıkçası öyle aman aman bayıldığımı söyleyemem. Yönetmeni takip edilesi bir adam. Cidden çok hoş anlatımlar kurmuş ama işin metin kısmı bana gayet vasat geldi. Bir diğeri ise Paranoid Park'tı. Gus Van Sant hakkında artık yazılacak çok birşey yok. Adam sinemasını bulmuş durumda ve özellikle son yıllarda beni mest eden filmler yapıyor. Ne kadar şanslıyız ki (ya da şanslıyım diyeyim çünkü benim gibi düşünmeyenler çoğunluktadır) anlamsız "Good Will Hunting" yollarında kendisini kaybetmedi. PP, direk son ölüm üçlemesindeki filmlerin tadında çok hoş bir deneyim sergiliyor. Öyküye tamamen odaklanmadan ama onun yolundan da tam çıkmadan kaykaycı bir çocuğun başından geçen olağandışı bir olayın etkilerini son derece olağan ve artık alıştığımız şekilde görsel bir dille ve müthiş bir ahenkle anlatıyor. Christopher Doyle'un çıkardığı inanılmaz etkileyici atmosferi de atlamamak lazım.

Neyse gelelim asıl konuya. Bugün Antalya'da portakallar sahiplerini buluyor. Festivalde bulunmadığım için filmlerin hepsi hakkında tamamen bilgim yok elbette. Ancak duyduğum kadarıyla en çok şans görülenler arasında "Adem'in Trenleri", "Yumurta" ve "Yaşamın Kıyısında" varmış. Ben de festivalde yarışan ve benim izleme imkanı bulduğum filmler hakkında yorum yapayım dedim.
"Adem'in Trenleri"
Barış Pirhasan (ki kendisi hocam olur) o tatlı bakış açısını tüm filme yedirmişti. Oyuncularla iletişiminin çok iyi olduğunu bütün performanslardan görmek mümkün. Çok tatlı bir coming of age öyküsü bu. Hikayenin anlamsız yere uzadığı ya da inandırıcılığı zedelediği ufak noktalar hatırlasam da genel olarak ağızda hoş bir tat bırakan filmdi. Cem Özer'i sevmem, buradaki performansını da aman aman övmeyeceğim ama beklediğimden iyi bulduğumu söylemeliyim. Adem'i oynayan Fıratcan Aydın'sa çok yetenekli bir çocuk. Hoş bir taşra filmi "Adem'in Trenleri" ve içinizi hem ısıtan hem de burkan bir film. Artık DVD'de falan izlerseniz tavsiye ederim.


"Yumurta"
Semih Kaplanoğlu'nun ilk filmini izlemiştim sadece. Yakın zamanda "Meleğin Düşüşü"nü de izlemek istiyorum çünkü "Yumurta" şu ana kadar bu sene izlediğim en iyi film. Son dönem Rus sineması, belki biraz Nuri Bilge Ceylan tadında. (ama NBC gibi diyalog konusunda tökezlemiyor.) Nejat İşler'in dışında Saadet Aksoy'un oyununa bayıldım ve Antalya'dan kadın oyuncu ödülünü almasını umarım. Bunun dışında Kaplanoğlu, atmosfer üzerinden çok başarılı bir hisler sineması yaratıyor. Görsellik çok etkileyici ve boş değil. Sağlam bir sinema diliyle minimalist ama koskoca bir film izlemek isteyenlere şiddetle tavsiye edilir. Umarım "Altın Portakal"ı da alır.

"Yaşamın Kıyısında"
Akın'ın sinemasını çok seviyorum. O acemi "Kısa ve Acısız"ına bile bayılırım. Ama "Yaşamın Kıyısında"yı oluşturan iki ana öykünün de başlarında hafif bir çiğlik vardı bence. Yine de sonra o kadar güzel ilerliyor ve katmanlanıyor ki film... Artık bu 'çakışan hayatlar' muhabbetinden eminim pek çok kişi bıkmıştır, ama bir de Akın'ın o naif ve iyi niyetli gözünden bakın derim. Sadibey.com'da Coşkun Çokyiğit'in filmle ilgili bir yazısına rastladım az önce. İnanılmaz 'dumbass' bir görüş ve özellikle milli duyguların faşizanlığa doğru hızla ilerlediği bugünlerde beni ciddi anlamda rahatsız ettiğini de söylemeliyim. Akın, Türk asıllı olabilir ama herşeyden önce bir dünyalı olduğunu açık ve seçik bir biçimde belirtmişti ve bu film de bunun kanıtlarından sadece birisi. Filmden etkilendim... doyasıya zevk aldığımı söyleyememe ama bir şekilde dokunduğunu söylemeliyim. Filmle ilgili iki şey daha söyleyeyim. TR için hazırlanan afiş rezalet bişey, yine kafalr yanyana dizilmiş. Bir de Hanna Schygulla çok yaşlanmış ve bozulmuş belki ama o gözler hala konuşuyor yaw.. :)

Festivalde yarışan ve benim izleme imkanı bulduğum filmlere gelince. "Janjan" amatör bir temsil gibiydi. İnanılmaz bir iyi niyetle çekildiği belli oluyor. O yüzden belki o kadar da ciddi kötüleyemiyorum ama yani üzülüyor insan böyle filmler görünce. Bir de "Mutluluk" var tabi.. Daha önce yazmıştım filmle ilgili. Aksayan senaryosu ve inanılmaz gereksiz uzunluğuna rağmen keyifle izlediğim bir filmdi. Abdullah Oğuz'un zanaat yönü çok iyiydi. Ve başroldeki iki oyuncusu (Özgü Namal ve Murat Han) ödül alırlarsa da çok sevinirim.

Şimdilik bu kadar... hafta içinde biraz daha yoğunluk azalacak. O zaman yeni birşeyler daha yazarım mutlaka.

Tuesday, October 16, 2007

Jolie - Eastwood birlikteliğinden ilk fotolar...

Angelina Jolie şu aralar Clint Eastwood'un son filmi "The Changeling"in setinde yer alıyor. 1920'lerde geçen gerçek bir hikayeden uyarlanan film bir annenin çocuğunun kaçırılması (ve bulunması) sonrasında yaşadığı paranoyaya odaklanıyormuş.. Eastwood bir röportajda filmin 1944 yapımı ünlü female-gothic örneği "Gaslight" tarzında bir film olduğunu belirtmişti. Hatırlatmak lazım Ingrid Bergman o filmle bir Oscar almıştı. Jolie-Eastwood birlikteliğinin de en azından oyuncuya bir adaylık getirebileceğini düşünmek yanlış olmaz. Tabii daha çok var filmi izlememiz. Kasım 2008'de Amerika'da gösterime sokulacak film.

Thursday, October 11, 2007

Yasemin kokan büyükannem...


"Persepolis" geçen sene Cannes'da Altın Palmiye için yarıştığından beri sabırsızlıkla beklediğimiz bir animasyon. 26'sında vizyona girecek olmasına rağmen filmekimi'nde de biletleri anında tükenmişti. Açıkçası benim filmin uyarlandığı çizgi romandan veya onun da kaynağı olduğunu duyduğum romandan haberim yok. (Yoksa bu ikisi aynı şey mi?) Sadece filme bakarak bir değerlendirme yapacağım o yüzden. Film görsel anlamda kesinlikle büyüleyici. Bilgisayarda üretilmiş 3 boyutlu animasyonlar çağında bu eski sistemi ne kadar özlediğimizi de anlamış bulunuyoruz. Marjan Satrapi ve Vincent Parannoud'un bu aşama alkışlanması gerekiyor.
Ancak içerik beni aman aman etkilemedi. Herşeyden önce bunun bir büyüme öyküsü olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Elbette işin içinde ciddi miktarda politik içerik de söz konusu. Yalnız bu aşamada "Persepolis" zaman zaman tarih kitabı gib işliyor ve oturup İran'dan haberi olmayanlara onun bilgilerini bir bir veriyor. Politize öykülerde ciddi bir didaktiklik tehlikesinden de bence sınırdan dönülüyor. İnsani taraflar gayet iyi işleniyor ama dediğim gibi bazı öyküler biraz fazla mesaj verme kaygılı sanki.
Aslında öyle böyle bakınca Yılmaz Erdoğan'ın Vizontele'leri aklıma geldi. Cidden zaman zaman film skeçler ya da fıkralardan oluşuyormuş gibi bir hava kapladı içimi nedense. Beni rahatsız edenler bunlardı.
Genel anlamda batının doğuya yaklaşımı, şu hiç sevmediğim "oryantalizm var mı?" tartışması (yani en nefret ettiğim muhabbet) ya da İran'da geçen bir öyküde Fransızca konuşulması gibi şeylerden ben rahatsız olmadım ve açıkçası beni de zerre kadar ilgilendirmiyor.

Burada bir ülkeyle beraber, kendisi içinde çırpınan bir kızın büyüme hikayesi var herşeyden önce ve her ne kadar rahatsız olduğum tercihler söz konusu olsa da bu öykü beni tatmin etti. En azından büyükannenin yasemin kokusu bana yeter de artar.
İyi bir film tavsiye ederim.



Bu arada bayramda yokum bilgisayar başında. Herkese iyi bayramlar.

Tuesday, October 09, 2007

Az önce ya havuza işedim, ya da suyum geldi!


Veeeee sonunda Friday Night Lights döndü. 8 aylık bir zaman diliminin ardından karakterlerimizn yeni durumlarıyla da tanışmış olduk. Tami'nin hamileliğinin sonuna yetişmiş olmamız acı oldu ama daha karizmatik bir şekilde de bu iş halledilemezdi herhalde. Havuzda belirdiği an ortadaki kızlı erkekli seksilik yarışı yapan herkesi alaşağı etti. Connie Britton'dan özellikle bahsetmek lazım. Bu kadının oyunu bir mucize gibi. Tabii aslında aynı şey tüm kadro için geçerli ama Kyle Chandler'la ikisi televizyonda doğal oyunculuk konusunda yeni bir sayfa açmış durumdalar.
Açıkçası dizide garip tercihler de var. Mesela Lyla'nın birden dine dönmesi absürd geliyor tercih olarak. Tabii bunu en doğru zamanda en doğru karaktere yaptıklarını kabul ediyorum, ama oradan nasıl bir malzeme çıkaracaklar ve Lyla daha ne kadar o sularda gezecek bilinmez.
Aslında pek çok şey benim için sürpriz olmadı. Taylor'ın diğer takımı seçeceğini, Jason'ın takımda çalıştırıcı pozisyonundaki takımda olacağını ve elbette bölümün sonunda tanık olduğumuz cinayetten haberdardım.
Cinayet konusu ayrıca tartışılması gereken birşey bu arada. Amerika'da okuduğum birkaç eleştiride, bu kadar realist ve organik bir diziye bu tarz bir yan öyküyü yakıştırmadıklarını okumuştum. Doğrudur, cinayet şu noktada gerçekten fazla O.C. duruyor ama adamlar oyuncularını nasıl oynatacaklarını ve sahneleri nasıl çekeceklerini çok iyi biliyorlar. Ve içerik ne olursa olsun yaratılan atmosfer diziyi kurtarıyor.
Şu aralar yayınlanan diziler içinde en sıkı yönetmenlik işlerini bu dizide görüyoruz diyebilirim.
Bu arada bir sürü spoiler öğrenmiştim ama Julie'nin olayından haberim yoktu. O yüzden o kısımları baya heyecanlı seyrettim ve babasıyla konuştuğu sahne çok etkileyiciydi.
Bu dizinin hastasıyım yaw...

Monday, October 08, 2007

İsveçli bir yetim ve iki aslan!

"Dirty Sexy Money"e gereksiz yere fazla yüklenmişim geçen hafta. Yani hala TV'deki en yaratıcı şov değil ama en azından ikinci bölüm itibariyle bir denge sağlayabileceğini de gösterdi. İşin ciddi gizemli kısımlarıyla ilgili yavaş ama derinden hareket ediyor. Diğer taraftan aileyi yine dengeli biçimde yansıtmaya devam ediyor. Ama herşeyden önemlisi Nick karakterinin (Peter Krause) içine girdiği bu deliler dünyasını tasvir ederken Nick'in o çaresiz çırpınmalarını da çok eğlenceli bir hale getiriyor.
Ama şunu söylemeliyim, ikinci bölümü bu kadar sevmemde en büyük neden Donald Sutherland'di. Yani ilk bölümde de ağırlığını koyuyordu ama yine de dizinin vaad ettiği en iyi şey haline geliyor. Yılın sonunda bir Emmy yaraşır Sutherland'e.

Saturday, October 06, 2007

Tim Burton'dan "Sweeney Todd"

Ünlü müzikali sinemaya uyarlayan Tim Burton yine esip gürleyecek gibi. Johnny Depp ve Helena Bonham Carter başrolde... başka söze gerek yok, fragmana buyrun. :)

Daha tatlısı yok!!!

Çok da büyük bir sürpriz değil. Daha yeni sezonla ilgili ilk eleştiriler çıktığında bu sezonun en favori yenisi de belli olmuştu. "Pushing Daisies" televizyonun görebileceği en büyülü şey. Daha ilk sahneden itibaren anında kavrıyor ve tonlarca masaldan öğrenmediyseniz bile illa ki bir "Örümcek Adam"da Peter Parker'ın yüz kere gözünüze soktuğu 'yetenek varsa laneti de gelir kardeş' muhabbetiyle birlikte sizi can evinizden vuruyor. Bölümün sonunda içi parçalanmayan bizden değildir. Ayrıca bu dizi nasıl böyle devam eder anlayamıyorum. Yani tabii ki anlıyorum ama TV karşısında çatlamamak mümkün değil. Yani ben bu aralar üzüntüden ölürsem bilin ki o sırada "Pushing Daisies" izliyor olurum.

Neyse sadede gelelim. İsim tam olarak ne anlama geliyor bilmiyorum ama işin içinde bir söz sanatı varsa eğer kesinlikle doğru tercih. Dizi papatyalarla beraber herşeyi fazlasıyla zorluyor hayal gücünde hiçbir sınır yok ve bunun kaymağını da yiyor. Fantastik bir dizi için bile üst boyutlarda bir atmosfer yaraılıyor. (Kabul edelim, efekt çalışması çok iyi değil) ama muhtemelen ileride daha iyi bütçeyle daha görkemli birşeylerle karşılaşırız. Yine de görsellik ve set tasarımlarının özü son derece başarılı. Aynı şekilde kostüm ve makyaj tercihleri de olağanüstü.
Oyuncular konusunda maalesef bir bilgim yok. İçlerinden sadece Kristen Chenowith'i (The West Wing - ve Studio 60'de Harriet karakterinin ilham perisi) biliyorum. Ona rol süper yakışmış. Ama kadro genel anlamda son derece başarılı. Lee Pace ve Anna Friel diziyi kaldırabilecek enerji ve hınzırlığa sahipler.

Senaryo, anlatıcı kozunu çok iyi kullanıyor. Bunun yanında aralardaki zeki espriler de sağlam çarpıklıktaki çekimlerle desteleniyor. Birkaç yerde Tim Burton filmleriyle karşılaştırıldığını duydum. Açıkçası bana pek doğru gelmiyor. Yani Burton'ın estetiği genel anlamda bu kadar light olmadı ve tematik anlamda da çok Burtonesque bulduğumu söyleyemeyeceğim. Bir de Burton filmlerinde anlatıcı bu kadar fazla rol de almaz. Bu arada şunu söyleyeyim aksine estetik anlamda bana baya "Lemony Snicket's..."i hatırlattı. Filmi sevmem ama zaten sadece estetik ve narrator anlamında kastediyorum. Hatta biraz da Amelie dersem abartmış olmam sanırım.
Toparlayayım artık "Pushing Daisies" bu yılın herhalde en iyi yeni dizisi. Evet dizinin ne hakkında olduğundan falan bahsetmedim, çünkü izleyecek olanlar ve diziden haberdar olmayanlar bence kesinlikle hiçbir şey bilmeden izlemeye başlayın. Acaip zevk alacaksınız.

Ginger adında bir sürpriz!


"Private Practice"
de gelişme var. Sanırım dizi soapy-CSI ya da ilişkiler alanında House'çılık falan oyanayacak. Tabii bu arada Addison doktorluk durumları ne olacak bilmiyorum. Yan karakterler giderek kökleşiyor. Sadece Naomi ve Sam muhabbeti hala tam hoşuma gitmiyor. Ayrıca nedendir bilinmez kadrodan gözüme batan tek isim Taye Diggs (halbuki iyi oyuncu)... Neyse Kate Walsh'un bu dizide çok daha iyi performans çıkaracak malzemelerle karşılaşacağı kesin. Diğer yandan şu olayları çözme muhabbeti hafiften beni sinir etse de sonunda gözlerim doldu falan. Ben o kadar delisi değilim ama bu tip hasta muhabbetleri ve vakalar Amerika'da işler ve bu yüzden de Addison LA'de kalır bence. Ayrıca TV dünyasının yeni favori hayali çifti Cooper ve Violet olabilir mi lütfen? :)



Friday, October 05, 2007

"Hair makes you look like a hooker... I like it"

"House M.D." bence 3. sezonda çok ciddi çuvallama belirtileri gösteriyordu. Dizi 2 sezon boyunca sağladığı yapının aynısıyla artık sıkmaya başlamıştı ve artık Hugh Laurie bile benim gözümde diziye birşey katamıyordu. Anladığım kadarıyla bundan tek şikayetçi olan ben değildim ve neyse ki yapımcılar bizi oyalayacak güzel bir twist'le kadronun yarısının House tarafından sepetlendiğini yazmıştı. Tabii yepyeni bir üçlü de 4. sezonu yeterince ilginç kılabilirdi sonuçta onları ve dertlerini tanıyana kadar bir iki sezon daha geçirebilirlerdi. Ama çok daha başka bir şeyle çıkageldiler ve iyi de ettiler.
Survivor usulü (hatta çok daha beteri) bir elemeyle House'ın asistan seçme işlemlerini izlemek olağanüstü eğlenceli ve çeşitli karakterlerin diziye katabilecekleri taze kan açısından da iyi şeyler vaat ediyor. Diğer yandan her ne kadar bıksak da bunca yıl sevdiğimiz ve alıştığımız karakterleri şık bir şekilde geri getirmesi de takdire şayan. 6 bölüm sonunda yeni asistanlardan kurtulunacağı ve eskilerin geri geleceği söylentileri var ama bence bu yenilerden de farklı birşeyler çıkabilir.

House'ın tıbbi kısımlarında bir değişiklik yok, ama Cameron, Chase ve Foreman'a yüklenen yeni anlamlar, onların yokluğunda Wilson'ın House üzerinde artan etkisi ve elbette yeni adayların House'la yaşadığı çatışmalar diziye yeni bir kan getirdi. Sezonun devamındaki formül nasıl olacak bilmiyorum ama izlediğim ilk 2 bölüme göre House tam formunda geri döndü diyebilirim.

Cadılar, ajanlar, sokak çalgıcıları ve Edith Piaf

Once:
Bu filmin bizde vizyona girip girmeyeceği belli değil. Ama büyük ihtimalle if'ciler kaçırmaz ve programa dahil ederler sanırım. Yine de bu filmi aklınızda tutun ve bulduğunuz ilk anda da seyredin. Enfes bir bağımsız, enfes bir müzikal ve son yılların belki de en iyi aşk filmi. Öyle sulu zırtlak ve bildik formlarda kurulmuş bir aşk öyküsü değil bu tabii ki. Hatta daha belirgin bir şekilde sevgi filmi bile denebilir. Sonuçta bu daha çok birbirine iyi gelen iki insanın öyküsü ve enfes müzikleriyle sizi 1,5 saat boyunca dünyadan izole hale getirmeyi başarıyor. Kesinlikle tavsiye edilir.



The Bourne Ultimatum:
Bourne'un son macerası da 12 Ekim'de vizyona giriyor. Özellikle Paul Greengrass'ın yönettiği ikinci filme bayıldıktan sonra bunu da merakla bekliyordum. Amma velakin ufak çapta bir hayal kırıklığı da yaşadım beraberinde. Herşeyden önce bence film üçlemeyi aman aman bir şekilde bitirecek çok önemli, ilginç, şoke edici bilgi vermekten falan uzaktı. Tabii bu ille de gerekli değil ama sanki öyle birşey geliyormuş gibi davranıp sonra da önünüze zaten bildiğiniz birşey sununca insan hafiften hayal kırıklığına uğruyor. Ayrıca öykü yapısının bazı yerlerde birebir aynılığı üstelik Paul Greengrass'ın yine 'aynı' tercihleriyle birleşince "The Bourne Supremacy"nin ufak farklılıklarla yeniden çekilmişi gibi bir hisse kapıldım. Supremacy, ilk filmden çok farklıydı ve üstelik zıpkın gibi de bir öykü ağı vardı. Ultimatum ise maalesef bir yenilik katamıyor, aksine biraz tekrara düşüyor. Yine de çok sağlam aksiyon nefes almadan izleyebilirsiniz. Ama ikinci filmden sonra bence geri adım olmuş bu.




Stardust:

Kitabı okumadım ama söylenene göre baya bir değişiklik yapılmış. Stardust benim için hayal kırıklığı oldu. Çok bariz nedenler sıralayamayacağım ama oturup da ne güldüm ne de heyecanlandım. Özellikle başlarında karakter tanıtım evreleri bana baya amatör ve çocukça geldi. Şöyle diyebilirim ki filmin ortalarına doğru Robert De Niro'nun bölümüyle birlikte biraz daha eğlenmeye başladım. (Ki beni de De Niro fanı falan sanmayın, tamam çok iyi oyuncudur, izlemesi büyük keyiftir ama "De Niro, Pacino diyince dünya dursun" diyenlerden değilimdir. Sonrasında Ricky Gervais hoşlukları falan ayrı bir hava kattı ve sonlara doğru güzel bir çatışma içine girdi öykü. En sonlarında yine irtifa kaybetti gerçi. Ama sonuçta Robert De Niro ve Michelle Pfeiffer'ı izlemek için bir bahane arıyorsanız, Stardust buna son derece uygun. Onun dışında pek bir numarası yok sanırım ki görsel efektleri falan da tatmin edici olmaktan uzaktı.


La Mome:
Bizde vizyona girdi de çıktı bile ama ben ancak seyredebildim. Filmi ben genel anlamda başarılı buldum. Yani ciddi bir odaksızlık var ve Piaf'ın hayatında neler olduğunu da doğru düzgün bir şekilde anlatmıyor belki ama yine de başarılı bir serbest uyarlama. Edith Piaf'ın şarkılarını seviyorsanız mutlaka izleyin iyi vakit geçirmemeniz olası değil. Marion Cotillard ise tek kelimeyle olağanüstü. Kadın 10 numara, filmi tek başına taşıyor, ve izlenmeyi hakediyor. Ayrıca Oscar adaylığı da büyük ihtimal (ve umarım) gerçekleşir.

Wednesday, October 03, 2007

Artık sinema zamanı... "filmekimi" geliyor


Dizilere bir ara verip biraz da sinemaya dönelim. Filmekimi'nin biletleri bu hafta satışa çıkıyor. Yine ucuz fiyat uygulaması sebebiyle zor bilet bulacağız gibi.
Bu sene program çok güçlü. Ve eminim herke galalara bakıp iç geçiriyor ama çok da üzülmeyin o filmlerin çoğu gerçekten de vizyon görecek. Eastern Promises, Persepolis, Irina Palm ve Hairspray'in bildiğim kadarıyla vizyon tarihleri belli bile. Kusturica'nın "Bana Söz Ver"i de Bir Film tarafından satın alınmış durumda. Şu an için vizyona girip girmeyeceği kesin olmayan iki film var: "Paranoid Park" ve "Across The Universe".... "ATU, oldukça etkileyici gözüküyor. PP de Gus Van Sant sonuçta. Sanırım ben galalardan parama kıysam kıysam bunlar için kıyacam. Ama o da kesin değil o zamanki ruh halime bakıyor biraz.

Diğer filmlere gelince. Altın Palmiyeli "4 Months, 3 Weeks, and 2 Days"i geçenlerde izledim. Ve çok beğendim. Eğer "Death of Mr. Lazarescu" ve "East of Bucharest" gibi son dönem Romanya sinemasının örneklerini sevdiyseniz bunu sevmemeniz için bir neden yok. Yani "4 ay..." diğerleri gibi bir mizah kullanmıyor ve zaman zaman da rahatsız edici olabilir.

Programdan bir diğer izlediğim filmse "An Old Mistress"... sinemanın en sapık kadın yönetmeni Catherine Breillat bu sefere kostüme bir drama çekmiş. Ancak ben filmi öyle çok da beğendiğimi söyleyemeyeceğim. Evlenmek üzere olan bir adamın 'metresiyle' ayrılma ve ardından evlilik süresince ayrı durmaya çalışma durumlarıyla ilgilenen filmde Asia Argento var.

Bobby yurtdışında çok iyi eleştiriler almamıştı ama filmi beğenenler de yok değil. Kadroyu izlemek için gidebilirsiniz. (Ki iyi performanslar varmış) Onun dışında ben programdaki neredeyse her filmi görmeye çalışacam. Cannes'da yer almış ve ödüllenmiş filmler için hep iyi şeyler duydum...

Bu arada son dakika golü "Kırmızı Balonun Yolculuğu" kaldırılmış. Onu da çok görmek istiyordum... Herhalde Nisan'a kalacak.

Tuesday, October 02, 2007

Pictures of youuuuu....


İşte ilk bölüm dediğin böyle olur. Geçen sene bu zamanlar ilk başladığında "Dirty Sexy Money" muamelesi yaptığım "Brothers & Sisters" televizyondaki en tutarlı dizi oluverdi. Aynı zamanda en sıcağı elbette. Reklamlardaki "Amerika'nın en sevdiği aile" yorumu boşuna değil. Artık rayına oturduktan sonra da dizinin yazarları süper bir verimle çalışıyor gibi gözüküyor. 2. sezonun ilk bölümü kahkahalar attırırken bir yandan da gözleri sulandırdı. Calista Flockhart ve Sally Field kavgası mükemmeldi. Meksika restoranındaki sekans süper zevkliydi. Ayrıca tüm karakterler için yaratılan yan öyküler de süper işe yarıyordu. Balthazar Getty ve şu sarışın karısı nihayet biraz daha fazla gözüktü. Rachel Griffiths ufacık sahnelerinde aşık olunasıydı. Beni tek rahatsız eden kısım Saul amca ve 'eski arkadaşı' arasındaki sahneydi. Bilmiyorum ama bana son derece yapay geliyor. Yine de son haftada izlediğim en iyi dizi prömiyeriydi.
Dizinin inceliğini görmek için sadece Robert ve Kitty'yle yapılan röportajı izlemek mümkün. Ciddi konularla mizah arasındaki geçişler çok başarılı bu dizide ve öyle gözüküyor ki devamı da gelecek.
Bu ilk bölümle birlikte Sally Field'a bir Emmy daha alalım lütfen. Hatta mümkünse bütün oyuncu kadrosu buyursun sahneye. Televizyonun en şirin ve sıcak ailesi alkışı hakediyor.




Not: "Pictures of You" dizinin promolarında kullanılan bir şarkı. Şarkı "The Last Goodnight" grubuna ait. Dinlemediyseniz tavsiye ederim. Klibi de hemen aşağıda.

Monday, October 01, 2007

Banliyöde işler tıkırında...

Spoiler vermemeye çalışacağım...
"Desperate Housewives" bence geçen sezon doğru yolu bulmuştu. Sadece gizemli öykülere odaklanmayıp işin mizah yönünü de geliştirmişlerdi. Evet artık banliyö hayatı üzerine taşlama yapabilecekleri birşey kalmadı ama en azından işin komedi kısmını da iyi bir yere çekmeye başladılar. Bu sezon da herşey yolunda gidecek gibi. Yine yeni bir komşu ve gizemli bir olayımız var ama kim takar ki. Susan'ın bütün bölüm boyunca kadınsal sebeplerle zırlaması, Bree'nin sahte hamileliğini saklamaya çalışması ve Gaby'nin 'yine' eski günlere dönmesi dururken bana ne Dana Delany'nin çocuğuna ne olduğundan. İşin dramatik yönünde elbette Lynette var. Felicity Huffman bu sene ödüllere baya yem atacak sanırım. Yine çok çok iyiydi.
Ha bu arada Edie'nin olayını da mükemmel bir şekilde kotardılar. Tebrik etmek lazım. Bu adamlar klişeyi eğlenceli hale getirmeyi iyi beceriyor.
4. sezonun ilk bölümünü izlerken özellikle 'çatal' sahnesine dikkat. Gülerken koltuktan
düşüyordum neredeyse... :)