Saturday, February 09, 2008

byeeee byeeee (miss american pieee)


Bu blog burada biter... (ama yenisi geliyor)

Veda lafları etmek gerek ama tam veda değil sonuçta daha çok adres değişikliği... Burayı da kaldırmayı düşünmüyorum çünkü oldukça hoş bir arşiv oluştu. Arada bir eskilere göz gezdirmek güzel olabilir.

Yeni bloga gelince... bu sefer sadece ben olmayacağım.

Linkine de yakın zamanda buradan ulaşabilirsiniz.

Wednesday, January 23, 2008

ne kötü bir gün...


Kötü bir gün geçirdim zaten... tam huzur içinde uyumayı planlıyordum ki... son zamanlarda duyduğum en kötü haberle karşılaştım..

çok yetenekliydi, gerçek bir star olabilecek kapasitedeydi. Ne kadar dandik filmlerde oynarsa oynasın hep kendini gösterdi. Oyunculuğunu konuşturdu... Ledger bu kuşağın James Dean ya da River Phoenix'i olabilir... ama keşke olmasaydı... 60'ına geldiğinde de hala onu izleyebiliyor olsaydık... Çok büyük kayıp. Büyük bir yetenek uçtu gitti.

Monday, January 21, 2008

SAG ödülleri Türkiye'de de yayında...


Sektör ödülleri bizim ülkemizde görmezden gelinir genelde. Ama bunlar da en az Oscar ve Altın Küre'ler kadar cafcaflı oluyor. En renklileri de tabii ki "Oyuncular Birliği" ödülleri oluyor... Tonlarca yıldız o gece orada olacak, ve bu sene ödül töreni Türkiye'de yayınlanıyor. Digiturk'ün Showplus kanalı önümüzdeki Pazar'ı Pazartesi'ye bağlayan gece 03.00 itibariyle töreni canlı olarak yayınlayacak. Haberiniz olsun.

Oy pusulasını bu linkten indirebilirsiniz.

Sunday, January 20, 2008

2007'nin en iyileri...

Yine vizyon dışında kalanlarla ve ilk 10'a yakın olanlarla başlayalım..

Geçtiğimiz sene vizyon dışında kalan ve oldukça büyük ilgi toplayan filmler vardı. "Half Nelson" bunların arasındaydı. Ryan Gosling ve Sharreka Epps'in çok iyi performanslarının yanında film bir bağımsızın işlemesi gerektiği gibi çalışıyordu. Birbirine iyi gelen ikili insan öyküleri içinde favorilerim arasında yer aldı film. Beyazperdede gördüğümüz öğretmen öğrenci ilişkilerine de alt metni güçlü bir öyküyle fark atmış oldu ayrıca. Yine vizyon dışında kalan ama festivalde izleme imkanı bulduğumuz "Lady Chatterley", uzun süresine rağmen ana karakterinin yaşadıklarını o kadar samimi bir yolla anlatıyordu ki beni direk tavladı. İngiltere ve Danimarka işbirliği ile izlediğimiz "Red Road", Tsai Ming Liang'ın son numarası "I don't Want to Sleep Alone", Chan Wook Park'ın vizyon görmeyen "I'm a Cyborg but That's OK", festivalde izleyici ödülü alan "Art of Crying" de favorilerim arasındaydı.

Vizyonda top 10'a yakınlaşan filmler arasında ise, hiç şüphesiz Cronenberg'in "Eastern Promises"i başlarda seyrediyor. David Fincher'ın Zodiac'ı çok çok başarılıydı. Bu yıl yüzümüzü güldüren western'lerden "3:10 to Yuma" da inanılmaz keyifliydi.

Gelelim bu seneki ilk 10'uma...

10. Grbavica
Altın Ayı'lı Grbavica bize oldukça geç geldi. 90'larda hepimizin bilincinde yer eden eski Yugoslavya'nın dağılışı ve çıkan çatışmalara bir ağıt niteliğinde olan film. Baş karakteri Esma ve kızı yoluyla hafızamızı tekrar deşiyordu. Bir yandan sırrı ortaya çıkıyor, o çıktıkça da Esma'nın yüzleşmeleri filmi daha da güçlü hale getiriyordu. Duru ve ne yaptığını bilen bir anlatım, mükemmel oyunculuklarla Grbavica bence geçen senenin en iyilerindendi.

9. Michael Clayton
Tony Gilroy senarist olarak "Bourne" serisinde zaten gönlümüzü çalmıştı. Ama meğerse yönetmen olarak da çok becerikliymiş. Öyküsündeki dağınık kurgu ve sistematik açıdan solak bir film olması pek çok kimseyi rahatsız etmi olabilir ama Michael Clayton yurtdışında da söylendiği gibi 70'lerin o havasını tekrar kazandırıyordu sinemaya. Clayton'ın bir yandan kişisel yolculuğu bir yandan da büyük şirket açmazları filmde çok lezzetli bir biçimde işleniyordu. İşin oyuncular kısmı ise daha önceki yazılarda da yazdığım gibi çok iyiydi.


8. Ratatouille
Bu durumda en çok acıdığım şey Pixar'ın yaratıcısı John Lassetter. Adam "Toy Story"yle yeni bir çağ açtı ve şu anda animasyon sektörünün en kaliteli şirketini güçlendirdi. Ammavelakin Brad Bird geldi ve onun yaptığı filmlere de fark atıyor. "The Incredibles"dan sonra "Ratatouille" ile yine harikalar yarattı. Bu sefer çok daha klasik bir öykü ve anlatımla karşımıza çıktı Bird ve bir yandan eski kafalıları bir yandan da yenilikçileri tavladı sanırsam. Sadece bu yılın en iyi animasyonu değil, aynı zamanda en iyi filmlerinden birisiydi. Anton Ego rolünde Peter O'Toole'u da unutmadan anmış olayım. Süperdi.

7. The Queen
Bu film sadece Helen Mirren değildi. Film hakkında bol bol yazdım orada burada. Burda tekrar etmek istemiyorum. Geçen senenin en iyi senaryolarından biriydi bence. Ve Frears'ın eleştirilen 'belgeselvari TV'ye yakışan' anlatımı da hem senaryoyu hem de oyuncuları daha da güçlendiriyordu. Sonuna kadar leziz bir işti.

6. Atonement
Joe Wright kıskanılacak bir adam. Evet Atonement belki belli noktalarda gösteriş açısından abartıya kaçıyor olabilir ama bu film bundan yıllar sonrasına da kalabilecek 2000'lerin en başarılı filmlerinden biri olarak anılacak. En kısa zamanda tekrar seyretmek istiyorum. Yeri biraz düşük gelebilir ama buranın üstündeki filmler kişisel boyutta beni biraz daha etkiledi.

5. Yumurta
Bu yıl Türk sinemasında adam gibi iş çıkaran tek kişi, Semih Kaplanoğlu. Kişisel sinema yapıyordu eyvallah. Belki çoğunluğa uygun bir iş de değildi. Ama zamanlamayı kullanışı, oluşturduğu mizansenler, kadrajlar, oyuncularla çalışma ve onlardan performans çıkarma biçimi... Ufak çapta bir başyapıt izlediğimizi düşünüyorum. Türk sineması bir de Saadet Işıl Aksoy'u kazandı. Şu an deli gibi beklediğim iki şey var... Biri bunun DVD'si, diğeri de Süt.

4. Little Children
Bu filmi gerektiğinden fazla abartıyor muyum diye düşünmüyor değilim. Ama Todd Field sanırım benim yumuşak taraflarımdan birisi olacak hep. Adamın sinema diline bayılıyorum. "In the Bedroom"da da bitirmişti beni, burada da. Adam işin her bir öğesini o kadar iyi hesaplıyor gibi gözüküyor ki. Kurgusu, müziği, kadraj ayarları hep planlı hep sistematik ve bir araya gelince de deli gibi etkili. Birinci sınıf bir işti.



3. The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford
Bu isme zaten daha aşağısı yakışmazdı. Son yılların en karizmatik isimli filmi. Ama sırf o kadar değil. Yönetmen Andrew Dominik anladığım kadarıyla gerek çekimlerde gerekse kurgu masasında baya zorlanmış yapımcılar tarafından. Sonunda ortaya çıkan iş onun tam olarak içine sindi mi bilmiyorum ama enfes birşey çıkmış. Film ilk başladığında olmamış bir Terrence Mallick kopyası izleyecez sanmıştım. Evet anlatımda ortak noktalar çok var ama bu film onun dışında da yaşayan bir film. Brad Pitt, Babel sonrasında (o filmi de beğenmedim gerçi ama) yine blockbuster saçmalıkları dışında birşeyde gözükerek takdir kazandı. Hala fiziksel açıdan yanlış seçim olduğunu düşünüyorum ama çok iyi oynuyordu. Kadro genel anlamda çok iyiydi zaten. Casey Affleck'se aşağıdaki yazımda da gördüğünüz gibi inanılmazdı. Roger Deakins ve Nick Cave'e de özel bir selam çakmak lazım.

2. Pan's Labyrinth
Bu film giderek içinizde büyüyen filmlerden birisi. Her izleyişimde daha çok seviyorum. Ofelia'nın acılı dünyası, ve bu dünyadan kaçma yolları çok klasik bir anlatıma sahip olsa da hiçbir şekilde rahatsız etmiyordu. Guillermo Del Toro'nun diğer filmlerine de bir göz atmak lazım.


1. Letters from Iwo Jima
Beni tanıyanlar nasıl bir Clint Eastwood hastası olduğumu bilirler. Ama sonuçta adamın kaşını gözünü sevmiyoruz. Yaptığı sinema, 90'lar sonrasında nadir rastladığımız ve benim çok sevdiğim klasik Amerikan sinemasını yaşatıyor. Ford ya da Huston tadında birisinden bahsediyoruz benim için... Ve şunu da belirteyim, 'Amerikan yönetmen Japonların tarafından anlatmış' muhabbeti beni enterese etmiyor. Aynı şeyi Amerika'lılar tarafında da yapsa yine tav olurdum. (Flags of our Fathers, bu anlamda o kadar başarılı değildi) Modern çağımızın klasiklerinden birisi bu film.


Saturday, January 19, 2008

2007'nin hayal kırıklıkları ve en kötüleri...


Hayal kırıklıkları...
Geçen haftalarda yazdığım 'Kabadayı' yazısı çok hiddetliydi kabul ediyorum... ama kendisini 'en kötüler' yerine 'hayal kırıklığı' statüsünde değerlendirdiğimi bir de burada açıklayayım. Hala filmin iyi olduğunu düşünmüyorum, ama elbette daha ne kötüler var. Ama gerek Yavuz Turgul gerekse Ömer Vargı'ya hala bu filmi yakıştıramıyorum. Ama tabii bu sene hayal kırıklığı yaratan tek usta isimler onlar değildi. Brian De Palma fiyaskosu 'The Black Dahlia' ya da Ridley Scott'ın vasat 'A Good Year'ını hatırlayın. Cate Blanchett dışında sıfır özellikli 'Elizabeth: The Golden Age' ise birincisinin yanına bile yaklaşamıyordu. Bill Condon'un şaşaalı müzikali 'Dreamgirls', yaratıcılığına rağmen sıkıcılıktan kaçamayan "Across the Universe", orjinal bir fikirden çıkıp yeterince sağlam yapı kuramayan "Death of a President" da yılın hayal kırıklıkları içindeydi.


Kötüler...
Yılın bariz kötülerine geçince bol bol Türk filminden bahsetmek gerek. Bu sene Türk sineması için çok kötü bir seneydi bence. Yumurta dışında benim tam anlamıyla tatmin eden ya da buna yaklaşan bir başka film olmadı. Yılın en kötüsü ödülü 'Gomeda'ya gidiyor. Tan Tolga Demirci'nin uzun metraj denemesi hakkında diyecek birşey bulamıyorum açıkçası. Bunun dışında sevgili oyuncularımızın Amerika'da becerdiği "Living & Dying" (gerçi çok da yüklenmemek gerek çünkü film bariz bir TV filmi... ama yine de sinemada seyredince insanın kafasını kesesi geliyor.) İzleme şanssızlığına eriştiğim diğer kötü yerli yapımlarımız ise Janjan, Maskeli Beşler: Irak gibi güzide yapımlarımızdı.

Ve elbette yabancılar tarafında bir de 300'ümüz var. Daha önce yazmıştım uzun uzun... hala aynı şeyi düşünüyorum: bol kaslı ve sıfır zekalı bir film kendileri. Diğer kötüler arasında "Perfect Stranger" ve Jim Carrey adına üzüldüğüm "The Number 23" var. Aptallar için politika dersi niteliğinde olan "Lions for Lambs" kadrosuna yazık etmişti ve özellikle Robert Redford'ın sahneleri iyice çileden çıkartıcıydı.