Thursday, May 31, 2007

"Fountain"ın nesi var?

Çok güzel bir fikri var... ve sanırım da o kadar. Darren Aronofsky'nin hem alkışlanan hem yuhalanan filmi "The Fountain"ı sonunda seyrettim. Şunu söylemeliyim filmin özünde taşıdığı fikir beni fazlasıyla cezbetti. O yüzden genel anlamda sıkılsam da filmin sonuna da bir çırpıda gelmeyi başardım. Bu anlamda sonunun da tatmin edici olduğunu söylemek gerek. Ama bu filmde fikirden başka bir şey var mı? Daha da önemlisi bununla bir uzun metraj yapılır mı? Buna cevabım hayır olacak. İlk izleyişte en azından "sonunda ne olacak?" motivasyonu vardır. Peki sonunu bildiğimiz bu öykücükleri bir kere daha seyretmek olası mı pek sanmıyorum.
Çoğunlukla filmin çok karışık olduğu falan söylendi ve genel eleştiriler bu yöndeydi. Ben buna katılmıyorum. Aronofsky seyircinin gözüne sokmadan gerekli bağlantıları gayet üsturuplu ve kolay bir şekilde filmine yediriyor. Benim derdim ise onun bu fikri ve -sözde- hikayelerini öyküleme tarzı.
Filmin taşıdığı ana temanın bir uzun metraj çıkarmayacağı aşikar. Ama filmde sizi oyalayabilecek doğru düzgün bir öyküde bulunmuyor. Ha... bu tarz tinsel filmlerde aslında öyküye de gerek yok. Sonuçta yönetmen gereken atmosferi, içinde bulunmamız gereken modu yakalayıp oluşturabilirse işte o zaman seyirci öyküyü iplemez zaten ve kendisini yönetmenin kollarına bırakır. İşte film bu yönden de falsolu. Zira bu tarz 'his sineması' diyebileceğimiz olgu Aronofsky'de yok. Yani yönetmen mesela bir Tsai Ming-liang değil.


"The Fountain"ın ne kadar olmamış bir film olduğu kafanızda yarattığı belirsizlikle de ortaya çıkıyor aslında. 90 dk.lık süre bu fikri ağzında geveleyip çıkarmak için gayet uzun ve(ya) tercihe göre de gayet kısa. Aronofsky'nin film boyunca sağladığı dinamik anlatım yüzünden filmin o makyajının altındaki kofluğu bence daha da belli oluyor. Çektikçe uzayan bir lastik gibi. Eğer bu şekilde anlatılacaksa filmin kısa metrajlı olması gerekirdi ki boşuna laf gevelemesin. Diğer taraftan atmosfer ve hisleri yaratmak adına herşeyin daha yavaştan ve sindirilerek anlatılma tercihi de olabilirdi. Ki aslen bu tarz spiritual filmlerin en iyileri de böyle olur zaten. Yönetmen sizi alır ve en ince ayrıntıları dahi göstererek bir anlamda hipnoz sekansına koyar. O an ortamdaki her bir dokuyu her bir ince ayrıntıyı gözlemleme sahibi olmanız gerekir. Ama bunun için de bir Luchino Visconti falan olmanız gerekir.
Ayrıca filmin ana fikri elbette güzel ama orjinal değil. Gayet arketip temalar üzerinden ilerliyor film. Bundan yana hiçbir şikayetim yok. Ama eğer gidip de işin en temelindeki öyküleri anlatacaksan da içini biraz genişletmen ve büyütmen gerekiyor. Görkemli ortamlarda ufak etkide öyküler değil baya baya etkileyici bir dolgu çalışması gerekiyor ki, arketipin basitliği gözükmesin. Filmin içindeki öykü bu anlamda ana temayı daha güçlü gösterecek üç boyuta sahip değil.
Filmin görselliğine gelince. Bunu söyleyen Dünya'daki ilk ve tek kişi olabilirim sanırım: Ben filmi görüntü yönetmenliğini de beğenmedim. Öyle sanıyorum ki film dijital bir formatta çekilmiş (eğer çekilmediyse durum daha vahim) Dijitale karşı değilim hatta genel anlamda kullanım şeklini çok da severim ve etkilenirim ama şu konuda gayet eski kafalı birisiyimdir: masalsı ütopik bir dünya kuracaksan 35 mm koşullarıyla çalışmalısın. Ayrıca gayet tematik ve anlaşılır olmasına rağmen Xibalba ve çevresindeki yıldızları temsilen filmin her bir karesine serpiştirilen o çiğ soğuk beyaz ve sarı ışıkları yabancılaştırıcı dijital etkiyi daha da artırdı benim gözümde. Bunun yanında özellikle iç mekanlardaki ışıklandırmaların çok fazla TV stüdyosu ve tiyatro sahnesi temizliğinde olması da ayrı bir rahatsızlık yarattı ben de. Genel anlamda filmdeki tasarımlar çok başarılı ama görüntü yönetmeninin (ve elbette Aronofsky'nin... çünkü herşeyi en ince detayına kadar planladığı belli oluyor.) bu ışık seçimleri beni hiç sarmadı. Alın size atmosfere kendini kaptırmamak için bir başka neden daha.
Filmde seyirciyi cezbedici iki öğe var. Birincisi Clint Mansell'in eşsiz müziği. İkincisi ise Hugh Jackman. (Ha elbette Rachel Weisz çok güzel ama o herhangi bir filmde hep güzel olduğu için buradaki bir artı değil.) Jackman'ın oyunu beni hiç cezbetmeyen o öyküleri bir nebze olsun dikkate almaya çalışmamı sağladı. Mesela adam nefis ağlıyor. Özellikle ortada karakter gibi bir şey olmadığını düşünürsek gayet iki boyutlu sebeplerle adamın bu kadar iyi ağlamasına hayran kaldım ve o an aktörün asıl motivasyonu neydi diye de düşünmedim değil.
Neyse ilk seyredişte bir nebze ilgiyle izleniyor film. Ama dediğim gibi ikinci kere seyreder miyim bilmiyorum? Ve ana fikri teması ne kadar hoşuma gitmiş olursa olsun üzerine düşündükçe filmin gözümdeki yeri de alçalıyor.

Wednesday, May 30, 2007

SİYAD: en iyi 20

Geleneksel olarak SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) bu yılın en iyi 20 filmini belirledi. Elbette genelde iyi seçimler mevcut. İçlerinden sadece "Kuzey Faresi"ni seyretmedim. Ama mesela Babel & Rüya Bilmecesi'nin hala abartıldığını düşünüyorum. Aynı şey "Başkalarının Hayatı" için de geçerli. Bunun dışında çok da ısrar edeceğim durumlar söz konusu değil. Tabii ki sıralama da değişiklik olurdu.
Bunun yanında özellikle "Bükreş'in Doğusu", "Grbavica" ve "Acı Tatlı Hayat"ın listede yer bulmasına da sevindiğimi belirtmem gerek. Listede en ilginç olan şey ise Dünya'nın tam tersine bizim yazarlarımızın "Atalarımızın Bayrakları""Iwo Jima'dan Mektuplar"dan daha çok sevmiş olmaları.

Neyse bu kadar laf yeter. İşte SİYAD'a göre bu senenin en iyi 20 filmi.
1- Pan'ın Labirenti (Pan's Labyrinth)
2- Son Umut (Children of Men)
3- Zodiac
4- Başkalarının Hayatı (Lives of Others)
5- Babel
6- Küçük Gün Işığım (Little Miss Sunshine)
7- Köstebek (The Departed)
8- Dönüş (Volver)
9- Özgürlük Rüzgârı (The Wind that Shakes the Barley)
10- Kuzey Faresi (Lemming)
11- Bükreş'in Doğusu (12:05, East of Bucharest)
12- Grbavica: Esma'nın Sırrı
13- Üç Defin (The Three Burials of Melquiades Estrada)
14- Tutku Oyunları (Little Children)
15- Rüya Bilmecesi (Science of Sleep)
16- Koku: Bir Katilin Hikâyesi (Perfume: The Story of a Murderer)
17- 13: Tzameti
18- Atalarımızın Bayrakları (Flags of Our Fathers)
19- Acı Tatlı Hayat (A Bittersweet Life)
20- Iwo Jima'dan Mektuplar / Warner Bros.

Sunday, May 27, 2007

Cannes umut verici...


Neye göre umut verici? Elbette filmlerin kalitesine göre. Bu sene Fransa'dan çok sağlam eleştiriler geldi. Belki de son senelerin en iyi seçimleri söz konusuydu. Asıl önemli olan da bu aşamada zaten bize izleyecek tonlarca film hediye etmesi oldu sanırım.
Ödüllere gelince... Fatih Akın'ın senaryo ya da yönetmen ödülü alacağı söyleniyordu. Senaryoyu da kaptı. Altın Palmiye'yi kazanan "4 Months, 3 Weeks, Two Days" festivalin başından beri herkesin konuştuğu filmdi. Dün FIPRESCI'yi aldı bugün de büyük ödülü. Gus Van Sant ise çok övülen "Paranoid Park" yerine kariyeri için bir ödül aldı.
Sadece ödül alanlara da bakmamak gerekiyor. Bela Tarr, Alexandr Sokurov'un yeni filmleri karışık eleştiriler alsa da beğenmeyenlerin yorumlarına da bakarak, yönetmenlerin hayranlarının hoşlanacağı filmler olduğunu söylemek mümkün.
Eli boş dönen Coen'lerin filmi "No Country for Old Men"i de büyük beğeni topladı. Arıza kadın Catherine Breillat'in filmiyle ilgili bile iyi şeyler yazıldı. Daha ne olsun?
Altın Palmiye galibi, aynı zamanda son dönemde "Death of Mr. Lazarescu" ya da "Bükreş'in Doğusu" ile yükselişine tanık olduğumuz yeni Romanya sinemasını daha da parlatacak gibi gözüküyor.

Neyse verilen ödüllere bakalım:
Altın Palmiye: 4 Months, 3 Weeks, 2 Days (Cristian Mungiu)
Jüri Büyük Ödülü: The Mourning Forest (Naomi Kawase)
Jüri Ödülü: Persepolis ve Silent Light
Yönetmen: Julian Schnabel (The Diving Bell and the Butterfly)
Erkek Oyuncu: Konstantin Lavronenko (The Banishment)
Kadın Oyuncu: Do-yeon Jeon (Secret Sunshine)
Senaryo: Fatih Akin (The Edge of Heaven)
60. Yıl Özel Ödülü: Gus Van Sant

Bunun yanında Fatih Akın'ın filmi Ekümenik jürisinin de ödülünü aldı.
Belirli Bir Bakış (Un Certain Regard) bölümünün birincisi ise "California Dreaming" adlı film oldu.

Saturday, May 26, 2007

Heroes: Böyle mi olacaktı?

Kabul ediyorum Heroes hiç bir zaman öyle aman aman kaliteli birşey olmadı. Çerezlik ya da eğlencelik kelimeleri onu karşılıyor. Sonuçta haftalık çizgi romanımız gibiydi. Ama son bölüm yine de hayal kırıklığıydı. Demek patlamak üzere olan bir adam böyle durdurulacaktı? Yapmayın Allah aşkına kimi yiyorsunuz? Son derece basit, mantık hatalarıyla dolu saçma sapan bir sondu. Umarım yazarlar bu yazki tepkileri gözden geçirip sezon finalindeki saçma tercihleri düzgün gösterecek bahaneler bulabilirler.
Bu arada "Volume 2"ye de geçmiş olduk. Ne olduğunu henüz anlayamadık ama sonuçta finaldeki hayal kırıklığından sonra da hafiften hevesimiz kursağımızda kaldı. Sylar'la ilgili en sonda gösterilen şey hoşuma gittiğini de ekleyeyim bu arada.

Bu arada dizinin Emmy olayına gelelim. Evet gayet hoş ve süper hit bir dizi. Ama bir Lost değil. Dolayısıyla Emmy'de şanslı olacağını ben düşünmüyorum. Bunun en önemli nedeni ise elbette senaryosu. Eğlencelik olmasına karşın ciddiye alınmayacak derecede basit diyaloglar ve öykülemeler söz konusu. Üstelik 'en iyi drama' kategorisi için yapımcılar da TV akademisi'ne ilk bölümü yollamışlar. Çok daha sağlam bölümler varken resmen dökülen pilot bölümü 'Genesis'i yollamaları onların hiç hayrına değil.
Oyuncular konusunda da en şanslı isim Masi Oka aslında. Ama o kategoride o kadar çok çakal çarpışıyor ki, ona fırsat geleceğini sanmıyorum.


Gelelim TV akademisine yollanan bölümlere...
En iyi dizi (drama): Genesis.

Yardımcı Erkek Oyuncu:
Jack Coleman ("Company Man")
Santiago Cabrera ("Genesis")
Masi Oka ("Five Years Gone")
Noah Gray-Cabey ("The Fix")
Greg Grunberg - ("Company Man")
Leonard Roberts - ("The Fix")
Milo Ventimiglia - ("The Fallout")

Yardımcı Kadın Oyuncu:
Ali Larter ("Better Halves")
Hayden Panettiere ( "Company Man")
Tawny Cyprus ("Nothing to Hide")

Lost'un tahtına tekrar çıktığı an!

Spoiler yazmayacam izlemeyenler de rahat rahat okuyabilir yorumumu.
Bu sezonun başlangıcında Lost'tan herkes şikayet ediyordu ama birden bire sezon ortasından itibaren başlangıçtaki kalitesine de dönmeyi başardı dizi. Elbette bir sezon içindeki bu değişimin ani değişiklikler sonucu oluşmadığı ve daha sezon başlamadan karar verildiği çok açık. Ama 1. sezondaki tadına ulaşması dikkat ederseniz, karakterlerin yine bir araya gelmesiyle ve öykü zamanının gerçek zamana yaklaşmasıyla mümkün oldu. Herkes yine belli noktalarda toplanınca doğal olarak "4-5 bölümde 1 gün geçer" prensibinden de vazgeçildi. Evet adada zaman hala yavaş akıyor ama en azından belli karakterlerin öyküleri arasında geçen süre azaldı. Bunun bence diziye katkısı çok büyük.
Bunun yanında Lost bu sezon inanılmaz bir dinamizm kazandı. Özellikle sonlara doğru ağızda laf gevelemeden vazgeçildi, ve enfes bir aksiyon oluşturuldu. Aralar verilse de bu aralarda eklenen öyküler kendi başlarına mit olabilecek seviyedeydi. İlk başta kimilerine gereksiz gelen çoğu ayrıntı ise sezon sonuna doğru geri kullanımlara maruz kaldı. Minibüs'ün kaç tane payoff'u oldu mesela? Üstüne üstlük dizinin fantastik yönü ciddi gerilim hatta baya baya korku öğeleri için kullanılmaya başlandı. Tıpkı adaya ilk düştükleri gibi.
Oyuncular bu sezon da yine çok sağlamdı. Geçen sezonda bir nebze unutturulan Terry O'Quinn (Locke), Naveen Andrews (Sayid) formlarına geri döndüler. 2. sezon finalinde ne menem bir cevher olduğunu keşfettiğimiz Henry Ian Cusick (Desmond) beklentileri boşa çıkarmadı. Bu sezon Josh Holloway'in (Sawyer) bile aştığı anlar vardı. Daha ne isteriz ki? Ama elbette sezonun yıldızları, Michael Emerson (Ben) & Elizabeth Mitchell'dı (Juliet). Onlar olmasa bu kadar tutar mıydı bu sezon bilmiyorum.
Finale gelince. Olağanüstüydü. İzlemeyenlerin tadını kaçırmayacağım. Adadaki aksiyon muazzamdı ve resmen diken üstünde izlettirdi kendini. Flashback konusuna gelince. Bölümü izlerken sürekli mızmızlandım ve dizinin hala Jack'i koymak uğruna boş ve anlamsız öyküler gösterip bölümü zedelediğini düşündüm. Ve sonunda da resmen ağzımın payını aldım, morardım ve bir OHA çekip oturdum yerime.
Gelecek sezon sanırım baya kanlı olaylara tanık olacağız. (Ben & Penny'nin söylediklerini birbirini tutması çok feci)
Neyse gelecek sezon sadece 16 bölüm olacak ve sezon ortasında (Şubat gibi) başlayacak. O zamana kadar herkese bol sabır.

Sunday, May 20, 2007

Bon Voyage!!!

Son 6-7 bölümdür Stars Hollow ortamına geri döndüm ve nihayetinde kızlar vedalarını etti. 7. sezon başında bitsin artık diyordum ama kabul etmem lazım küslük dönemim sırasında dizi Palladino'lar olmadan eski formuna ulaşmış. "Bon Voyage" diziye yakışan mütevazılık, delilik ve sevimliliğe sahip bir bölümdü. Bu deli kasabanın ve sakinlerinin de gayet güzel bir şekilde veda etmesini sağladı.
"Gilmore Girls" bence türü içinde çok özel bir yere sahip. Karakterleri, bir an boyunca bırakmadığı o deli işi mizahı ve kendisini diğer teen soap'lar gibi ciddiye almaması en büyük avantajıydı bence. Dizinin ne kadar farklı olduğunu göstermek için tek bir örnek yeterli sanırım. Kötü bir karakterin olmadığı ve bu kadar uzun süren bir dizi hatırlıyor musunuz? Ben bilmiyorum.

Neyse... Gilmore Girls sayesinde tonlarca yaratıcı karakterle tanıştık ve yetenekli oyuncuyu keşfettik. Yani yeni star adayı ve şu anki en favori "Hero"umuz Milo Ventimiglia da vardı. Yıllar boyunca yan rollerde gözümüzden kaçmış Kelly Bishop da... Ama herşeyden önce TV'de komediye yeni bir boyut getiren Lauren Graham'i (Diva FOREVER!!!) tanıdık. Umarım arada kaynayıp gitmez.

Kadrodan isimler yeni dizilere başladı bile. Dizinin yaratıcısı Amy Sherman-Palladino ise yeni bir sitcom hazırlığında.

Son bölüm de pek çok şey istediğim gibi oldu. Ama özellikle son sahne gerçekten enfesti. Neyse hoşçakal Stars Hollow.

Thursday, May 17, 2007

My Blueberry Nights



Cannes'ın açılışını yapan "My Blueberry Nights"la, Wong Kar Wai bu sene de Altın Palmiye'yi kaçıracak gibi gözüküyor. İngilizce çektiği ilk film eleştirilerin geneline bakarsak alkışı hakeden ancak bir yandan da ufak bir hayal kırıklığı yaratan bir proje gibi gözüküyor. Hiç belli olmaz ama jüride yönetmenin favori oyuncularından Maggie Cheung'un olması da zaten bence şansını düşüren bir etkendi. (Genelde Cannes'da jüride bir bağlantınız varsa film pek ödülle dönemiyor)

Neyse... fragmana buyrunuz. Filmin başrolünde yer alan Jude Law & Norah Jones fragmanda yer alıyor. Bunun yanında Rachel Weisz, Natalie Portman, David Straithairn ve Tim Roth gibi filmde yer alan diğer güzellikleri ise maalesef burada da göremiyoruz.

"Ben Zodiac değilim. Olsaydım da size söylemezdim"

Veee David Fincher geri döndü. Öncelikle şunu söyleyeyim bir kısım Fincher hayranı filmi beğenmeyebilir. Zodiac, yönetmenin filmografisinde baya farklı bir yerde duran bir film. Fincher'ın güzelliği hep sağlam senaryolarla çalışmasıydı ama sonuçta işin zanaat kısımları açısından da ciddi bir yetenek olduğunu kabul etmek gerek. Zodiac, işte bu yeteneğini aşırı gösterişe çevirmeden anlattığı bir film.
Evet bu film bir seri katil hakkında. Ama klasik bir gerilim beklemeyin. Herşeyden önce bu film aslen katilin değil onun peşinden koşanların takipçisi durumunda. Film pek çok karakteri farklı boyularda öyküye dahil ediyor ve bu Zodiac bilmecesinin hayatlarını ne hale getirdiğini gösteriyor. Aslında baya baya soruşturmayı izliyoruz. Her türlü ayrıntı veriliyor ancak dediğim gibi amaç katilden ziyade seri katile takıntılı hale gelen insanların hayatı.
Filmde inanılmaz bir kadro var. Başrolde Jake Gyllenhaal'u nedense bu role pek yakıştıramadım aslında. Ama bu bana özgü birşey kendisini sevsem de hala ciddi bir oyuncuymuş gibi ciddiye alamıyorum. Neyse onun dışındakiler bana bu uygunsuzluğu unutturdu. Bu filmde her an heryerden tanıdık oyuncular fırlıyor. Gyllenhaal ile beraber Mark Ruffallo ve Robert Downey Jr. filmin kare asları. (Ve ikisi de mükemmel) Ayrıca Anthony Edwards (ER), Brian Cox, Elias Koteas, Dermot Mulroney, Chloe Sevigny gibi bir çok güzellik filmde mevcut.
İşin görselliği ise başka bir güzellik. Baştaki logolara dikkat ederseniz. WB ve Paramount'ın eski logolarının kullanıldığını anlarsınız. Film ciddi anlamda 70'lerin sinemasının estetiğini yakalamayı başarıyor. Tabii kadrajlar ve ışıklandırmalar falan (çok keyifli olmasına rağmen) dönemin sinematografisini düşününce biraz fazla şık aslında. Ama olsun bu kadar sorun kadı kızında da olur. Bunun yanında set tasarımları, kostümler, ve kesinlikle müzik kullanımı birinci sınıf.
Zodiac için seri katillerin JFK'i diyebiliriz. Bitmek tükenmez bir yolculuğu en ince ayrıntılarıyla yakalayışı ve bunları büyük bir hırsla bize sunuşu beni inanılmaz cezbetti. Aslında bu anlamda tek sıkıntım belki de işin daha politik ya da sosyal yanlarına değinmeyişiydi. Yani film gerçekten o karakterlerin hırslarını aktarmak konusunda çok başarılı ama toplumsal durum belki biraz daha doldurulabilirdi diye düşünüyorum.
Bu arada film inanılmaz uzun. Ve eminim klasik bir seri katil gerilimi bekleyenler hatta belki ne olduğunu bilerek gidenlerin bir kısmı bile filmi izlerken çoooooook sıkılacak. Daha ilk yarısında bana 'çok yavaş gidiyor' diyenler olmuştu, bana da neredeyse bir çırpıda yarıya ulaştık gibi geldi. Tabii filmin öyküsündeki inanılmaz donanım sayesinde birkaç film izlemiş gibi çıkıyorsunu salonda.
Diyeceğim odur ki, Fincher favori yönetmenlerinizden birisi olsa bile ne ile karşılaşacağınızı bilmeden gitmeyin, çünkü bu çocukluğunuzun Fincher'ı değil.
4/5

Wednesday, May 09, 2007

Kısa bir ara...


Burası bir süre uyuyacak. Önümüzdeki hafta boyunca herhangi bir güncelleme yapamayacağım.

Geri dönünce dolu dolu devam ederiz. .)

Tuesday, May 08, 2007

Emmy Ödülleri'ne hazırlık: LOST!

Bildiğiniz gibi sinemanın Oscar'ları neyse TV dizileri ve programları için de Emmy Ödülleri o. TV akademisi adaylık belirleme aşamasına başlamanın arefesinde.
İşleyen prosedürü tam bilmeyenler için ufak bir bilgi vereyim. Akademi'de yer alan insanlar yine sektörden kişiler olduğu için çoğunlukla dizileri sezonlarının tamamına göre değerlendirmiyorlar. Bu konuda yapımcılar ve oyuncular gereken kategorilerde kendilerini en iyi temsil edecek bölümleri seçip akademi'ye yolluyorlar. Ve ödül yarışı da burada kesinleşiyor.

Daha pek çok kural var ama her sene değiştirdikleri için son şartları tam bilmiyorum. Zamanla öğreniriz onları ama şimdilik aşağıdaki listelere bakmak yeterince heyecan verici. İşte çeşitli dizilerin ve oyuncuların kendilerini temsil etmek için yolladıkları bölümler:

LOST

Lost geçen sene büyük bir hüsranla karşılaşmıştı. Bu sene öyle olması için bir sebep olduğunu düşünmüyorum. Özellikle oyuncularda birden fazla adaylık çıkarabilecek bir seviyede.

En iyi Drama "The Man from Tallahassee" (çok güçlü bir bölüm ama fazla Locke hikayesi barındırıyor. Keşke biraz daha genel bir öykü seçselerdi)

Kadın Oyuncu (Drama)
Evangeline Lilly
: "I Do" (Kabul edelim her ne kadar Lilly'yi sevsek de dizinin oyuncuları arasında en zayıf halka olduğu bir gerçek. İlk beş'e gireceğini düşünmüyorum.)

Yardımcı Erkek Oyuncu (Drama)
Naveen Andrews
: "Enter 77"
Sayid'e her zaman kapımız açıktır. Andrews elindeki en iyi malzemeyi de yollamış şüphesiz. Ama artık o kadar hip bir karakter olmaması sorun yaratır bence.
Yardımcı Erkek Oyuncu (Drama)
Henry Ian Cusick
: "Flashes Before Your Eyes"
Başka bir şey beklemiyorduk zaten. Desmond dizinin kalbine iyice yerleşmiş durumda. Ve kesinlikle çok özel bir bölümdü. Ancak sürekli flashback gidiş gelişi olmayışı beni biraz düşündürüyor
Yardımcı Erkek Oyuncu (Drama)
Daniel Dae Kim: "The Glass Ballerina"
Kim'in performansını gayet beğeniyorum ama o kalabalık içinde ilk 5'e girmesi zor bence.
Yardımcı Erkek Oyuncu (Drama)
Michael Emerson:
"Every Man for Himself"
Ben, dizinin en albenili adamı konumunda. Evet dizinin kötü adamı ama yine de pek çok hayranı var. Bu bölümden daha iyisini (Tallahasse mesela) sunabilirdi. Yine de şansının baya büyük olduğunu düşünüyorum.
Yardımcı Erkek Oyuncu (Drama)
Josh Holloway:
"Every Man for Himself"
Geçen haftaki bölümü yollasa daha şanslı olurdu bence. Resmen rol çalıyordu. Ama elbette kendi flashbacklerine göre birşey seçecek. Neyse ihtimal dahilinde değil.


Yardımcı Kadın Oyuncu (Drama)
Elizabeth Mitchell: "One of Us"

Daha iyi bir bölüm seçmenin imkanı yok. Mitchell'ın da aday olmaması için hiçbir sebep göremiyorum. Mükemmel bir bölüm, harika bir performans.
Yardımcı Kadın Oyuncu (Drama)
Emilie De Ravin: "Par Avion"
Zor... ama bu bölümü yollamak haklı. Gayet güçlüydü burada sevgili Claire'imiz.
Yardımcı Kadın Oyuncu (Drama)
Yunjin Kim: "The Glass Ballerina"
Evet Sun'ı çok seviyoruz ama onun modası ilk sezondan sonra geçti maalesef.


Henüz başrol erkek kategorisinde bir başvuru yapılmamış. Benim merak ettiğim şey Matthew Fox'un yanında (ki onun şansınız zaten az görüyorum) ek olarak Terry O'Quinn de başvurabilir mi başrol olarak? Onun bölümü diziyi temsil eden bölüm olarak gösteriliyor sonuçta ve kabul edelim yardımcı erkek kategorisi çok kalabalık.

Bu arada şunu belirteyim. Akademi üyeleri izlemeden önce bu bölümlerde değişiklik yapılabilir. O yüzden özellikle 'en iyi drama'nın ya da izleyeceğimiz "Ben'li flashback bölümü"nün listeye girmesi olası.

diğer dizilerin bölümleriyle ilgili de mesajlar gelecek...

Beynelmilel bir şey işte...


Bu film vizyona girdiğinde baya arada kaynadı gibi geliyor bana. Geçen hafta DVD'de seyretme imkanı buldum. Açıkçası ben 'iyi niyetli ama beceriksiz' filmlerden birini izlemeyi bekliyordum. Aksine film gayet sağlam. Türk sineması'nda pek rastlamadığımız incelikte bir senaryosu, gayet sağlam oyuncu performansları ve kesinlikle standardın üstünde çekimlere sahip.
Özgü Namal"Mutluluk"ta çok tutmuştum, burada daha da bir perçinledi yerini. Ayrıca genelde bir türlü ısınamadığım Cezmi Baskın'ın da çok iyi bir oyun çıkardığını düşünüyorum.
"Beynelmilel" gayet dokunaklı ve bizden havasıyla seyirciyi hemen içine alıyor. Çok lezzetli bir mizahı var, ve elbette doğru noktalardan da duygulandırmayı başarıyor. Şunu da rahatlıkla söyleyebilirim, 12 Eylül dönemine dair son zamanlarda gördüğümüz akıma ait de en iyi film. Eğer izlemediyseniz şiddetle tavsiye edilir.
4/5

Sunday, May 06, 2007

Veda ediyorlar...

Geçen hafta Gilmore Girls'ün 15 Mayıs'ta yayınlanacak 7. sezon finaliyle ekranlara veda edeceği duyuruldu. Bu bir sürpriz değil. Çünkü 6. sezonu bitirdikten sonra diziden ayrılan projenin yaratıcısı Amy Sherman-Palladino'nun ardından kimse tam olarak mutlu değildi. Lauren Graham, başrolün yanında dizinin yapımcısı da olduğu için ona rüşvet verilmiş gibi kabul edebiliriz. Ama özellikle Alexis Bledel'in diziden ayrılmak istediği söyleniyordu. (Paris'i canlandıran Lisa Weil da önümüzdeki sene için başka bir diziyle anlaşma imzalamıştı)

Neyse ben 7. sezonun başında dizinin yeni sahibi David S. Rosenthal'un yaptığı tercihler yüzünden kızıp izlemeyi bırakmıştım. (O aralar baya bir fanı da kaybettiler aslında) Ama biteceğini öğrenince son bölümlere bir göz atmak gerek diye düşündüm. Zaten kıl olduğum öyküden de kurtulmuşlardı. İşte o kurtuluşun başladığı bölümden itibaren izlemeye başladım. "I'm a Kayak Hear Me Roar" adlı bölüm. Palladino standartlarına yaklaşan eğlenceye sahip. Ve büyük finale dair de umut vaat ediyor.

Benim adım da Sawyer!

The Brig'i izlemeyenler için SPOILER
Fantastik dizi maratonu devam ediyor. :) "The Brig"den memnun olmayan, izlerken oturduğu yerde tepinmeyen var mıdır acaba? Evet Sawyer bağlantısı gayet beklenen birşeydi. Ama beklenen bir olayın yapılması bile beni gayet heyecanlandırdı.
Locke'la başlayayım. Ciddi anlamda onu artık farklı bir statüye sokan bir bölüm izledik. Bence geminin içinde Rousseau'yla karşılaşması da bunun bir işaretiydi. Locke bu aşamadan sonra artık bir yalnız kovboy durumunda. Açıkçası bir daha bu kadar ayrıntılı bir bölümünü görecek miyiz bilmiyorum ama en önemli anlarda kilit görevler alacak şekilde ortaya çıkacak olması muhtemel. Diğer yandan sanırım dizinin sonunda adadan ayrılanların da arkasından el sallayacak bir karakter haline geldi. Kahramanlaşma aşamasında iyice olgunlaştı. Az çok mitoloji bilenler babanın öldürülmesinin ne demek olduğunu da bilirler. (Yine de kendi eliyle öldürmemiş olması nasıl bir anlam çıkarır bilmiyorum)
Sawyer. Bu bölümün sürpriziydi bence. Gayet önemsiz ve filler amaçlı bir bölüm olacak gibi gözüküyordu ama bölüm içerisinde ivme giderek ondan yana yükseldi. Ve bu bölüm aslen Sawyer'ın bölümü haline geldi. Ne muhteşem bir andı. Josh Holloway de çok güçlü bir oyun sergiledi.
Sayid kesinlikle en sevdiğim ve şu adadan bir kişiyi seç deseler gözüm kapalı güveneceğim insan. Ama Kate konusunda nasıl öyle bir hata yaptı anlayamıyorum. Açıkçası Jack ve Juliet'in ne sakladığı konusunda zerre kadar aldırmıyorum ama Kate'i son sahnede resmen ellerimle boğmak istedim. Final bölümüyle beraber "Others" & "Lostie"ler arasındaki savaşa da yaklaşıyoruz. Umarım Kate bu savaştan yenik çıkar.
Bu arada Locke'a gayet mantıklı açıklama yaptılar ama sizce de bu diğerleri bir "the one" beklemiyor mu? Bana tamamen öyle geldi.

Neyse birinci sınıf bir bölümdü. Finale yaklaştık.

"Yıllardır şöyle güzel bir kavga etmedim."

"Five Years Gone"ı izlemeyenler için SPOILER...

Açıkça söylemem lazım, Heroes'un bu haftaki "Five Years Gone" adlı toplam 40 dk.lık bölümünde Spider-man 3'te aldığımdan daha fazla zevk aldım. Evet teknik olarak aslında hiçbir şey olmadı ve değişmedi belki de, ama yine de süper eğlenceliydi. Hiro şimdi ne yapması gerektiğini biliyor ve bu görev üzerine odaklanıp yüksek ihtimalle de başaracak. (Bu sezon görebilir miyiz orası şüpheli tabii.) O yüzden bu bölümde izlediğimiz şeylerin hepsi de belki anlamını ve geçerliliğini yitirecek. Ama şu kırk dakikaya o karanlık hava müthiş bir şekilde sinmişti. Karakterlere neler olduğu falan süper heyecan vericiydi ama asıl eğlence tam süper kahraman muhabbetine dönmüş olmasıydı. Açıkçası bir an geçmişe dönmeseler de buradan devam etseler ne güzel olur diye düşünmedim değil.
Ayrıca karakterleri de ne kadar sahiplendiğimizi kanıtlayan bir bölümdü bu. 5 yıl içerisinde ne olduğunu direk göremesek de açık hemen kapanıyor ve onlar için de dertlenmeye başlıyorduk.

Ama yaklaşık 138bin kere öykünün Sylar kısmının açıklanması biraz baydı. Yine de çok iyi bir bölümdü. Saf eğlence.

Saturday, May 05, 2007

Borat = Freddie?

Mirror.co.uk'de çıkan habere göre son bir yıldır lafı edilen ve dedikodularda Johnny Depp'le anılan Freddie Mercury biyografisi için Sacha Baron Cohen'in düşünüldüğü yazılmış.
İlk duyduğumda midem kaldırmadı ama sonra düşündüm de... Mercury'ye ciddi anlamda benziyor. Bence Johnny Depp'ten de daha iyi olur.

Ama dediğim gibi daha sadece dedikodu.

Wednesday, May 02, 2007

Beklentilerinizi düşürün

Ne kadar da hevesliydim halbuki kalabalık yaz sezonuna mevsimin büyük ihtimalle en iyi filmiyle başlayacaktık. Ama maalesef olmadı. Serinin 3. filmi diğerlerinin yanında bayaa yavan hatta maalesef zaman zaman komik kalıyor. Ağlamak istiyorum.
Ayrıntılı yorumumu (yarın ya da Cuma) sinema.com'da okuyabilirsiniz.

Dikkat gözleriniz kamaşacak!

Danny Boyle'un yeni filmi "Sunshine", 11 Mayıs'ta vizyona giriyor. Çok fazla şey yazmayacağım, ayrıntılı bir yazıyı o hafta sinema.com'da bulabilirsiniz. Ama büyüleyici olduğunu belirtmem gerek. Sanırım onca süper kahraman ve fantastik aksiyon komedileri derken gerçek bilim kurgu'nun tadını unutmuşuz. Danny Boyle ve senarist Alex Garland, "28 Days Later..."da zombie türüne ne yaptıysa burada bilim kurgu janrına aynısını yapıyor. Tüm bildik öyküleri alıp enfes bir görsellik ve içi dolu bir öyküyle seyirciye sunuyor. Büyüleyici atmosferiyle kesinlikle büyük perdede izlemeniz gereken bir film. Tabii türün meraklısıysanız.
4/5

Tuesday, May 01, 2007

Şu gıcık adam... yeniden.


Bir yıl önce birden bire nerden çıktığı belli olmadan ortalığı kavuran "Capote"nin ardından Truman Capote bu sefer "Infamous"la beyaz perdedeydi. Aslında hatırladığım kadarıyla "Capote" ortaya çıktığında "Infamous" prodüksiyon çalışmalarının ortasındaydı, hatta belki çekimlerine başlanmıştı bile. Bu anlamda daha düşük bütçeli olan ilk film de avantajlı olmaya başlamıştı. Herşeyden önce bu filmi bir taklit ya da onun diğerinin yaptığından etkilenmiş gibi görmemek lazım. Zira eğer bu filmin prodüksiyon çalışmaları yapılmamış olsaydı yüksek ihtimalle "Capote" sonrasında hiç başlamazlardı.
Çünkü Infamous, yazarın hayatındaki aynı dönemi inceliyor. Yani çok farklı birşey görmüyorsunuz. Sadece çok daha büyük bir prodüksiyon var ortada. Ve şüphesiz ilki kadar (hatta hiç) karanlık da değil. İşin mizah dozajını biraz daha artırarak kanınızı dondurmak yerine ironi üzerinden işliyor film.
Benim filmi izlemekteki tek büyük motivasyonum ise kadrosu. Şu isimlere bir bakar mısınız? Sigourney Weaver, Hope Davis, Isabella Rossellini, Sandra Bullock, Jeff Daniels, Gwyneth Paltrow, Peter Bogdanovich ve Daniel Craig. Başrolde yazarı canlandıran isim ise yan oyunculara göre daha az tanınan Toby Jones.
Jones'un performansı şüphesiz ki Phillip Seymour Hoffman'dan sonra daha az etkileyici kalıyor. Ama yine de Jones'un da kendi Capote'sini gayet olgun bir şekilde canlandırdığını söylemek mümkün. Olağanüstü Catherine Keener'a Oscar adaylığı getiren Harper Lee rolü ise burada Sandra Bullock'a gitmiş. Bullock'un maalesef Keener kadar işin cazibesini taşıyamadığını söylemek gerek. Ama yine de rolde sırıttığını söyleyemeyeceğim. (Aslında iki filmi karşılaştırmak hiç istemiyorum ama o kadar aynı şeyleri anlatıyorlar ki. İnsanın cidden elinden birşey gelmiyor.) Diğer karakterlere gelince Sigourney Weaver dışında hepsinin rolleri çok küçük. (Aslında Weaver da küçük ama diğerlerinin yanında büyük kaçıyor.) O yüzden oturup performans değerlendirmesi yapmak doğru olmaz. Ama mesela filmin sadece ilk 5 dk.sında sahnedeki bir şarkıcı olarak gözüken Gwyneth Paltrow'un herhalde çoğu performansından daha iyi olduğunu söylemek haksızlık olmayacaktır.
Daniel Craig'e gelince. O da tıpkı diğerleri gibi karakterini kendince yorumlamış ayrıca sanırım "Capote"nin gölgesinde kalmayan tek isim de o olmuş. Burada Perry Smith karakterini çok daha iyi hissedbiliyorsunuz.
"Infamous" herşeyden önce şanssız bir proje. Kendisinden sonra yola çıkıp finish çizgisine daha erken vara "Capote" yüzünden filmde çalışan tüm ekibin küfür etmeye hakkı var. Ama karşılaştırma olmadan da bu filmin yine de öyle aman aman bir özelliği olduğunu söyleyemeyeceğim. Özellikle New York'ta Capote'nin eğlenceli yaşamına daha ayrıntıyla girmesi dışında, ve birkaç tartışmalı kısım dışında öykü olarak da "Capote"den farkı yok. İlk filmi fazla kasvetli bulanlar bunu çok daha rahat izleyeceklerdir diye düşünüyorum. Özellikle New York sahnelerinde Woody Allen'ı hatırlatan anlar var. Texas sahneleri ise bir şekilde mizah ve duygusallığa daha açık. Seyircinin daha kolay hazmedeceği filmlerden... Ben ilk filmi tercih ederim ama dediğim gibi buradaki mizahı ve sıcak anlatımı daha çok sevecek seyirci de bol olacaktır. Özellikle "Capote"yi sevmediyseniz bunu beğenirsiniz. Çünkü bu iki film aynı konuları ve karakterleri işleseler de tarz olarak birbirinden çok ayrı bir yerde duran yapımlar. Sanırım sinemanın da güzelliği burada. Birinde kanınız donarken diğerini çok daha 'light' duygularla seyredebiliyorsunuz.

2,5/5