Tuesday, November 28, 2006

Muharrem'in suçu neydi?

"Yeni Sinemacılar" uzun bir sessizlikten sonra tekrar gündeme damgasını vuracak gibi. Yoldan çıkan Serdar Akar'ın ayrılmasıyla senarist Önder Çakar bu sefer yine çok yetenekli bir yönetmen olan Özer Kızıltan'la işbirliği yapıyor. Bu sene Toronto'da aldığı özel ödül ve Antalya'nın en fazla ödül alan filmi olduktan sonra "Takva" nihayet vizyona giriyor. Kısaca "Allah korkusu" olarak tanımlayabileceğimiz bu sözcük aynı zamanda filmin derdini de çok iyi anlatıyor. Kendi halinde yaşayan dış dünyayla bağlantısı sadece çalıştığı Çuval deposu ve geceleri zikir törenin katıldığı dergahla sınırlanan Muharrem'in üstüne verilen görevlerin ardından değişen hayatı ve bununla baş edebilme çabalarını anlatıyor.
Türk sinemasında iyi karakter analizleri maalesef yapılamıyor. Ancak "Takva" bu engeli aşan az filmden biri mutlaka. Erkan Can'ın mükemmel performansının da etkisiyle Muharrem aramızda yaşayan birisi olup çıkıyor. Aynı zamanda senaryo onun geçirdiği değişime de oldukça özenli bir şekilde yaklaşıyor. Ve işin matematiğini çok sağlam bir biçimde kuruyor. Zaten filmde öncelikle senaryonun ön plana çıktığını söylemek mümkün. Özer Kızıltan hiçbir görsel abartıya girmeden öyküye hizmet eden bir tavır edinmiş ve bu da filmin olgunluğunu bir kat daha artırıyor.Takva'nın başka erdemlerinden birisi de bence 'tarikat' olgusuna oldukça mesafeli yaklaşmış olmasından kaynaklanıyor. Bu aşamada Muharrem ne kadar 3 boyutlu bir karakterse geride kalan neredeyse tüm figürler iki boyutta kalmış. Ama şahsen ben bunun bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum. Zira ana karakterimize odaklanmamızı sağladığı gibi yukarıda belirttiğim işin toplumsal yanını da oldukça ucu açık bırakılmış duruma geliyor.
Bu durum pek çok kişi tarafından ters karşılanabilir elbette. Eminim bu filmi görmeye giden çoğu kişi baskın bir tarikat eleştirisi ve genel anlamda toplumsal bir bakış açısı bekleyecektir. Ama "Takva" aslen ana karakteri garip Muharrem'i izliyor ve onu önemsiyor. Geride kalanlarla ilgili farklı yorumlara çekilebilecek tonlarca ayrıntı mevcut filmde. Ancak film bunlara bir yorum getirmiyor ve nötr kalmayı tercih ediyor. Bu şekilde derli toplu da bir hal alıyor.
Bu sene Türk sineması için çok güzel bir sene. Dilerim ardı ardına gelen bu nitelikli filmler seyirci desteğiyle de karşılaşıt. Sonundaki acelecilik dışında hiçbir yerine itiraz etmeyeceğim "Takva"yı da görmenizi şiddetle tavsiye ederim. En azından sırf Erkan Can'ın performansı bile izlemek için yeterli. 1 Aralık'ta vizyonda.

Not: 4/5

Monday, November 27, 2006

Sert, Soğuk ve Kısır bir gelecek...

Alfonso Cuaron, "Y Tu Mama Tambien"le iki ergeni odağa alarak sıcak bir Meksika öyküsü sunmuştu bizlere. Ardından da "Prisoner of Azkaban"la bence Harry Potter serisinin en sağlam filmine imza attı. Yeteneğini yadırgayamayacağımız yönetmen şimdi ise kanınızı donduracak bir distopik öyküyle karşımıza geliyor. Filmi izlerken koltukta şekilden şekle girdim, çoğunlukla ağzım açık, zaman zaman gözlerimden yaşlar gelerek ama her dakikasında da midem kasılarak seyrettim bu karanlık gelecek tasvirini. (Şöyle söyleyeyim filmin açılış sahnesini, hatta bir kaç yeri daha belki, sanki Haneke çekmiş.)
Günümüzden yaklaşık 20 yıl sonra Londra'da geçen öykü, artık hiçbir doğumun olmadığı kısır bir dünyayı anlatıyor. Öyle ki film dünyanın en genç insanının (18 yaşında) ölümüyle başlıyor. Tabii ki tek sorun bu değil. Tüm dünya bir kaosun içindeyken, 'onlar yıkıldı, biz ayaktayız' mesajı veren İngiltere'de de 'yabancı' etnik kimliğe sahip kişiler mülteci kamplarına alınıyor. İşte "Children of Men" sürekli bir gerginlik ve tekinsizliğin olduğu bu dünyada kahramanımız Theo'nun yıllardır görüşmediği eski karısı Julian'ın ondan istediği bir iyilik sonucu umutların yeşertilmeye çalışılmasını anlatıyor. Theo, Julia ve bir avuç direnişçinin onlarca yıldan beri hamile kalan ilk kadın olan Kee'yi güvenli bir şekilde bu kaotik ortamdan kurtarmaya çalışıyorlar.
"Children of Men" tabii ki her distopik film gibi fazlasıyla sembolik göndermeleri olan ve bunları da cesurca sergilemekten çekinmeyen bir film. Ancak aynı zamanda anlamsız bir stilizeliğe de bürünmüyor. Cuaron, kamerasını sürekli belli ederek, aktörlerinden mümkün olduğunca uzaklaşmadan öyküye karanlık ve soğuk bir hava veriyor. Dakikalar süren bazı tek plan sahnelerde bu senenin en iyi yönetmenlik performanslarından birisini sergiliyor. Görüntü yönetmenliğinde ise daha önce "Y Tu Mama Tambien"de Cuaron'la birlikte çalışmış, aynı zamanda "Ali", "The New World" gibi çok başarılı işlere imza atmış Emanuel Lubezki harikalar yaratıyor. Kameranın varlığı neredeyse hiç aklımızdan çıkmıyor ama bir süre sonra o artık bizi tekinsiz hareketleriyle de yönlendirmeyi başarıyor. Bu arada filmin müziklerinin de çok başarılı olduğunu söyleyeyim.
Clive Owen, Julianne Moore, Michael Caine Chiwetel Ejiofor gibi sağlam isimlerin yer aldığı kadroda bir de hoş bir Peter Mullan sürprizi mevcut. Bu senenin en iyi filmlerinden birisi olan "Children of Men", yönetmen Alfonso Cuaron'un resmen parıldadığı soğuk, cesur ve mükemmel bir film. (1 Aralık'ta vizyonda)

Not: 5/5

Sunday, November 26, 2006

Dirt


Courteney Cox pis sularda geziyor. Ocak'ta Amerika'da yayınlanmaya başlayacak olan "Dirt"ün fragmanı... Reklamdan bakınca Cox'un karakteri hakkındaki beklentilerim şunlar; aşağılık, ruhsuz ve hırslı bir magazin dergisi editörü. Sabırsızlıkla bekliyorum... :D

Saturday, November 25, 2006

Sezon başlıyor!



Önümüzdeki haftalardan itibaren Şubat sonuna kadar bu sayfalarda sinema sektörünün en prestijli ödülü ile ilgili tonlarca spekülasyon, dedikodu ve haberlere rastlayacaksınız. Oscar ülkemizde bilindiğinden çok daha geniş bir döneme yayılan bir olgu. Ödül sezonu sonbaharda iddialı olabilecek filmlerin vizyona girmesiyle başlar ve Aralık başından itibaren sektör, eleştirmen vs. birlikleri tarafından verilen tonlarca ödülün ardından Oscar'la da son bulur. Bu oldukça hareketli dönemin bir anlamda noktası Oscar'lardır.
İşte bu senenin ödül sezonu gelecek haftadan itibaren açılıyor. Önümüzdeki hafta 3 ayrı bağımsız film ödülleri adaylarını açıklayacak ve bir anlamda bu küçük ölçekli projelere Oscar yolunda ilk adımı attıracak. Ancak sezon asıl Aralık başında National Board of Review'in ödülleriyle başlıyor. Ardından neredeyse her eyaletin eleştirmen birlikleri, oyuncu, yönetmen ve yapımcı başta olmak üzere sektörde çalışanların oluşturduğu meslek birlikleri ve elbette Altın Küre'ler akademinin bir anlamda işini kolaylaştırıp gideceği yönü belirleyecek.


Bu sene ilk aşamada baktığımızda garip bir sene. Çünkü Oscar döneminin iddialısı diyebileceğimiz belirgin filmler olmadığı gibi tahminlerde bir ortak karara da varılamıyor. O yüzden şu aşamada sezonun yıldızı olmaya aday tek film "Dreamgirls" gibi gözüküyor. Filmin şimdiden en çok adaylık alacak film olmasını bırakın hangi dalları kesin kazanacağı konuşulmaya başlandı. Yine de henüz çok erken çünkü dediğim gibi ilk söz hakkı eleştirmenlerde olacak.
Peki bu sene hangi filmler iddialı? Hong Kong yapımı Infernal Affairs'in yeniden çevrimi bir polisiye olması yüzünden "The Departed"a ben hiç şans vermiyordum ilk başta. Ancak filme seyirciler ve eleştirmenler bayıldı. Ve bir kere daha Oscar döneminin en favori tartışma konusu açıldı. "Bu sefer Martin Scorsese alabilir mi?"... Ben açıkçası sıkıldım artık bu tartışmadan ama şu anda Scorsese'nin en favori yönetmen durumunda olduğunu da belirtmek isterim.
Dreamgirls ve The Departed dışınde yerini büyük oranda belirlemiş bir başka film ise "The Queen". Helen Mirren'ın oyunculuğuyla güçlenenen filmin yönetmen, senaryo ve en iyi film dallarında adının sık sık geçmesi kaçınılmaz.

"Bunlar dışında ne var?" derseniz, iki 11 Eylül draması United 93 ve hiç beğenmediğim World Trade Center hala radarın dahilindeler. Ayrıca Inarritu'nun Babel'i nefret edenler kadar hayranları da olan bir film. Clint Eastwood'un gişede başarısız olan "Flags of our Fathers" potansiyel tehditlerden birisi ama eleştirmenler de pek bir coşkuyla karşılamadı filmi. Yani adaylık alırsa şanslı olur. Ancak Dreamworks, filmle bağlantılı Eastwood'un "Letters from Iwa Jima"sını da Aralık'ta vizyona sokacağını açıklayınca işlerin kızışabileceğinin sinyallerini vermiş oldu. Bunun dışında Almodovar'ın Volver'i, Todd Field'ın Little Children'ı, bu senenin bağımsız yüzaklarından "Little Miss Sunshine" ödüllerde adı geçmesi potansiyel bir isim. Ama görücüye çıkan her yeni film bir şeyler değişebiliyor. Örneğin Alfonso Cuaron'un "Children of Men"i (Pzt. bir aksilik olmazsa hakkında yazacağım) övgüler alacak gibi gözüküyor. Soderbergh'in ilk başta iyi bir yem gibi gözüken "The Good German"ı daha çok sinefil keşif filmi olacak gibi. Bunun dışında hala neye benzediği bilinmeyen "Blood Diamond", "The Painted Veil" ve en önemlisi Robert De Niro'nun yönettiği "The Good Shepherd" gibi potansiyel tehditler de mevcut.
Neyse, dediğim gibi zaman geçtikçe zaten doyacaksınız bu muhabbete. Şimdiden yeni sezon hayırlı olsun. Ben yılın bu döneminde çok eğleniyorum, umarım siz de aynı keyfi alırsınız.

Thursday, November 23, 2006

İklim Krizi'ne göz atın!!!

Geçtiğimiz hafta bu senenin olaylı belgeseli "An Inconvenient Truth" hakkında bir yazı yazmıştım. Film ve konusuyla ilgili hazırlanan link verdiğim sitenin Türkçe versiyonu da çıkmış. Bu arada film Şubat'ta UIP tarafından "Uygunsuz Gerçek" adıyla vizyona sokulacak.
Türkçe siteyi ziyaret edip özellikle "Hareket Geç" kısmını mutlaka okumanızı öneririm.

http://www.iklimkrizi.net/

Baz Luhrmann'dan ses geldi: "Australia"

"Moulin Rouge!"dan sonra Baz Luhrmann'ın işleri hiç yolunda gitmedi. Önce Leonardo DiCaprio'nun başrolünde olacağı bir Alexander projesine niyetlendi. Ancak Oliver Stone ondan önce davranıp gayet kötü bir film çıkarmakla kalmayıp Luhrmann'ın "Büyük İskender"inin de ertelenmesine sebep oldu. Ancak bu sırada yönetmen o projenin senaryosunu tamamladı ve yeni başlayacağı, epik filmlerden oluşacak, üçlemesine ekleneceğini söyledi. Bunun üzerine üçlemenin ilk ayağının "Rüzgar Gibi Geçti" tadında Avustralya tarihini de anlatan bir film olacağı ve başrolünde de Nicole Kidman ve Russell Crowe'un olacağı açıklandı.
Yalnız yüksek bütçesi sebebiyle FOX bir türlü filme yeşil ışık yakmıyordu. Sonra yönetmen ve Russell Crowe arasındaki anlaşmazlıklar aktörün ayrılmasına (ya da kovulmasına orasını tam bilmiyoruz) neden oldu. Bu sefer bir de jön arayışına başlandı. Heath Ledger'ın bir ara adı geçti ancak olmadı. Ve Luhrmann sonunda jönünü buldu: Hugh Jackman.
Geçtiğimiz günlerde nihayet filmle ilgili daha somut bilgiler ele geçti. FOX nihayet finansmanı sağlayacağını belirtti. Ve Aralık ortasında Sydney'deki stüdyolarda oyuncuların rollerine hazırlanacağı bir workshop'a başlanacağı açıklandı. Çekimler ise önümüzdeki Mart'ta başlayacak ve beş ay sürecek. Tabii işin içinde Baz Luhrmann olunca mutlaka başka aksilikler de olur. Ama en azından film için hareket geçildi ve tabii artık beklediğimiz filmin adını da biliyoruz: "Australia"

Wednesday, November 22, 2006

Robert Altman


Robert Altman'ın ardından bu videoyu izlemek çok uygun sanırım. Meryl Streep ve Lily Tomlin, yönetmenin oyunculuk tercihi ve senaryolarına referans yapan enfes bir sunum gerçekleştiriyor, ardından Altman'ın filmlerinin bir montajı var ve sonunda yönetmen Honorary Oscar'ı almaya çıkıyor. Maalesef konuşmasının tamamı yok.

Tuesday, November 21, 2006

Robert Altman'ı kaybettik...

Sinemanın nev-i şahsına münhasır yönetmenlerinden efsane Robert Altman Los Angeles'ta hayata veda etmiş. En son "A Prairie Home Companion"ı yapan yönetmen geçtiğimiz sene de Honorary Oscar'ı duygusal ama yine esprili bir konuşmayla almıştı. (Hatta kendisine takılan yeni bir kalple daha da genç hissettiğini söylemişti.) Toprağı bol olsun. Biz onu en güzeli yarattığı nice başyapıtla anacağız.

Ege geyiği, Yeşilçam ve İsa...

Şimdi bu başlığı görünce 'ne ola ki?' demiş olabilirsiniz. Bu tamamen benim üşengeçliğimden ileri gelen bir şey. Yazacak filmler birikti ve hepsini bir yazıda eriteyim istedim.
Uğur Yücel'in son filmi "Hayatımın Kadınısın" biraz gizemli bir şekilde vizyona giriyor. Zira filmin fragmanı neredeyse hiçbir bilgi içermiyordu ama ne tür bir duyguya sahip olduğunu da hissettiriyordu. Ben de bu pazarlamaya sadık kalıp konuyla ilgili bir bilgi vermeyeceğim. Sadece Uğur Yücel'in o eski insanlara ve tabii ki Yeşilçam'a olan saygı duruşundan bahsetmek gerek. Şu bir gerçek ki o havayı çok iyi yakalamış Yücel. Filmi izlerken zaman zaman aptal bir şekilde sırıttığımı fark ettiğim zamanların yanında, masumca bir çocukluk etkisiyle dehşete kapıldığım anlar da oldu. Bu anlamda film başarılı ancak her ne kadar iki boyutlu bir dünyaya referans yapılsa da zaman zaman Yücel'den çok farklı karakter çözümlelemeleri ya da daha radikal mizansenler bekliyorsunuz. Film bu tarz bir yaklaşımı hak eden sahnelere sahip. Sonuçta "Hayatımın Kadınısın" bir "Yazı Tura" değil. Öyle bir şey de olmaya kalkışmaya çalışmıyor zaten sadece Yücel'in filmografisindeki özel bir referans yapım olarak kalıyor.
Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Yücel çok iyi oynuyor elbette, ama bence kendi filmlerinde oynamak yerine sadece senaryo ve yönetmenlik işine odaklansa sanki daha bir güzel olurmuş gibi hissettim.
Bu sene Oscar'larda Türkiye'yi temsil edecek olan "Dondurmam Gaymak", (tabii aday olma gibi bir şansı yok ama yine de bu sıfat şık duruyor.) Yüksel Aksu'nun her yerde söylediği ve filminde de açık seçik hissettirdiği biçimde İtalyan yeni gerçekçiliğinin izinden gidiyor. Tabii bu çoğunlukla oyunculuklar ve mekan seçimlerinden kaynaklanıyor. Teknik olarak gayet iyi olduğu su götürmez. Bu film Ege'nin o sıcak duygusunu hissederek çocukluğunuza geri dönmeniz için bir fırsat. Zaman zaman gereksiz tekrarlar olduğunu hissetsem de filmden büyük zevk aldım. Oyuncular tam olması gerektiği gibi amatörler, bunu belli ediyorlar ama o kadar sevimli ve içtenler ki bu ayrı bir hava oluşturuyor. Ama herhalde en büyük başarı aslında profesyonel oyuncu olmasına rağmen Muğla halkıyla mükemmel bir uyum oluşturmuş olan Turan Özdemir.
"Dondurmam Gaymak" gerçekten de büyük bir keyifle izlenecek film. Tavsiye edilir.

Bu yılın şimdilik en enfes belgeseli Jesus Camp'i bulabilen herkese tavsiye ederim. Heidi Ewing ve Rachel Grady'nin Amerika'daki Protestan Hıristiyanlarıyla ilgili yaptığı bu belgesel. Aslen dini olarak eğitilmek üzere bir yaz kampına gönderilen çocukları odağına alarak Protestan'ların da yaşamlarına bir bakış atıyor. Zaman zaman tarikatleri andıran dehşete düşürücü sahneler (çok aşırı şeyler düşünmeyin o kadar hard-core değil) eşliğinde bir neslin nasıl eğitildiğini gösteriyor. Şu bir gerçek ki Amerika'nın geleceği böyleyse dünya olarak daha çekeceğimiz çok şey var. Başka bir yerde bulamayacağınız şekilde görüntüler ve kişilikleri bu belgeselde bulabilirsiniz. Jesus Camp bu senenin en kışkırtıcı ve etkili işlerinden birisi.

Notlar:
Hayatımın Kadınısın:
3/5
Dondurmam Gaymak:
3/5
Jesus Camp:
3,5/5

Sunday, November 19, 2006

Zodiac


David Fincher'ın nihayet bitirebildiği yeni gerilimi Zodiac'ın fragmanı da sonunda yayınlandı. Çok fazla heyecanlanmaya da gerek yok gibi gözüküyor ama fragmana göre de değerlendirmemek lazım tabii. Filmde Jake Gyllenhaal, Robert Downey Jr. ve Mark Ruffalo yer alıyor.

Saturday, November 18, 2006

Bush'un ölüsü bile işe yaramıyor.

Geçtiğimiz Toronto Film Festivali'nde FIPRESCI ödülü almış olan "Death of a President", George W. Bush'un bir suikast sonucu ölmesinin ardından yaşananları anlatan sahte bir belgesel. Evet kulağa ne kadar hoş geliyor değil mi? Ancak tek güzel yanı da bu gibi gözüküyor. Gabriel Range'in yönettiği ve Simon Finch'le birlikte yazdığı film bir süre sonra işin orijinalliğini kaybedip TV için hazırlanan dandik bir belgesele dönüşüyor. Tabii ki bunun belirli bir tercih olduğunu söylemek de mümkün ancak bir şeyin ironisini yaparken farklı bir şeyler eklemek gerektiğini düşünüyorum ve film gerek kurgusu gerekse görsel tercihleri sebebiyle bunu bize veremiyor.
Film tabii ki Bush suikastinin ardından ABD'de 9/11 sonrasında kişisel özgürlükleri bir anlamda yok eden vatanseverlik kanunu, Müslümanların üstüne kurulan baskı ve Irak'ta boşu boşuna ölen askerlerin üzerine de önemli mesajlar veriyor. Kabul etmek lazım özellikle son yarım saati bu konuda etkileyici cümleler kurmasını da sağlıyor. Ancak öncesinde hayali bir suikasti fazlasıyla ciddiye alarak adli tıp kanıtları başta olmak üzere bir çok gereksiz ayrıntı üstünde işin özünü kaybedecek kadar fazla odaklanıyor.
Kısacası Bush'un ölüsü bile bizi sevindirmeye yetmiyor. Oldukça büyük potansiyeli olan bir film de böylece harcanmış oluyor. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, filmi nasıl izlemeye başlarsanız başlayın filmin sonunda Bush'un görevi başındayken öldürülmemesi gerektiğini de anlıyorsunuz çünkü bu konuda film size dehşete düşürücü bir gerçeği de, Amerikan başkanının ölmesi halinde Dick Cheney'nin başkan olacağını, gösteriyor. Hangisi daha kötü insan karar veremiyor.
Not: 2/5

Irak'tan bildik manzaralar: "The War Tapes"

Bu senenin en çok övgü alan belgesellerinden birisi olan "The War Tapes"in belli bir hayal kırıklığına sebep olduğunu belirtmem gerek. Deborah Scranton'ın Irak'a göreve giden üç askerin eline tutuşturduğu video kameralar aracılığıyla elde ettiği görüntülerden ve Scranton'ın üç askerin ailesiyle yaptığı röportajlardan oluşan belgesel askerlerin gözünden olayların anlatılması açısından oldukça ilginç kabul etmek gerek. Ancak türünün en önemli gereksinimini yerine getiremiyor. Bize ne çok orijinal bir şey sunuyor ne de şoke ediyor. Aslında bu belki de Amerikalıların içinde bulunduğu durumla da ilgili olabilir. Çünkü ABD'de medyanın Irak'a dair verdiği görüntüler bizim gördüklerimizin yanında oldukça sınırlı ve sansürlü. Bu yüzden filmin neden Amerika'da çok beğenildiğini anlayabiliyoruz. Ama bize çok etki etmeyebiliyor. Bence "The War Tapes"in en özel anları filmin sonlarında askerlerin eve döndükten sonra yaptıkları röportajlarda yer alıyor. Burada aile ve karakterler arasındaki çatışmalar çok iyi yakalanmış.
Yine de kabul etmek lazım film hiç gözünüzün önünden gitmeyecek görüntülere de sahip ve karakterleri oldukça canlı kılıyor. Filmin bir başka avantajı ise kuru politik partizanlığı yapmaması. Çekilen görüntülere belli bir mesafeden bakmayı tercih etmişler ve sadece hayatını riske atan askerlerin yaşadıkları temasında kalmaya çalışmışlar.
Scranton'ın çabası takdir edilebilir ancak çok efektif olduğunu söylemek mümkün değil. Bu arada filmi izlerken ister istemez aklıma Jarhead geldi. Kurgusal olmasına rağmen o beni çok daha fazla için çekebilmişti.
Not: 2,5/5

Friday, November 17, 2006

Küresel ısınmaya 'rahatsız edici' bir bakış...

Belgeseller günümüzde altın çağını yaşıyor sanırım. Son bir kaç yıldır kurgusal filmlerdeki öykü anlatımını, asıl amaçları olan bilgi aktarımıyla birleştirip tam anlamıyla sinema tadını bize sunan belgeseller izledik. "Darwin's Nightmare", "March of the Penguins" ya da "Born into Brothels" bunlardan sadece bazılarıydı. Çok akıllı kurgu oyunlarıyla enfes metaforlar yaratarak öykülerini ve kahramanlarını anlatan filmlerdi bunlar. Tabii ki film teorisine girdiğimiz zaman kurgunun realiteyi öldürdüğünü söyleyebiliriz ama seyircinin ilgisini daha çok sağladığı da bir gerçek.
"An Inconvenient Truth" ise böyle bir belgesel değil. Yönetmen Davis Guggenheim'ın yaptığı şey aslen Al Gore'un hazırladığı etkili sunumu kameraya kaydetmek olmuş. Eski ABD başkan adayı Al Gore, belli ki seçimleri kaybettikten sonra kendisine uğraşacak bir şeyler aramış iyi ki de yapmış. Dünya çapında 1000'in üzerinde mekanı gezerek toplantılarda küresel ısınmaya karşı insanları uyarmış. Ancak Gore'un politik alandaki temeli burada işe yarıyor ve hitabet becerisi ile anlattıklarının hepsini izlenir kılıyor. Bu tıpkı şehrinize gelmeyen bir tiyatro oyununu salonunuzda seyretmek gibi bir bakıma.
Yine de belli ki seyircinin ilgisini tamamen kaybetmesinden kokmuşlar, aralara da Gore'un üst sesini kullanarak konudan çok uzaklaşmayan ancak seyirciyi de dinlendiren kurgusal görüntüler koymuşlar. Aslen keşke bu görsellik daha çok olsaydı diye geçirdim aklımdan. İlla ki mesaj öyle de verilebilirdi. Ancak dediğim gibi hazırlanan sunum o kadar iyi ki dikkatleri dağıtmak gibi bir riske girmelerine gerçekten de gerek yok. Ki zaten şu da bir gerçek; bu konuyu işlerken görsel temaşa yerine sadece istatistik veriler bile son derece ürkütücü olabliyor.


"An Inconvenient Truth" yapısı itibariyle çok cezbedici gözükmeyebilir ancak içeriği son derece önemsiyor ve konunun mümkün olduğu kadar çok kişiye ulaşmasını istiyor. Al Gore kitlelere nasıl hitap edeceğini iyi biliyor. Amerikalıların bu adam yerine Bush'u seçmeleri herhalde tarihin en büyük hatalarından birisiydi ama umarım ellerine geçen bu ikinci fırsattan yararlanmayı bilirler. Zira en çok gocunması gerekenler de onlar.
Yine de küresel ısınma konusunda liderlerden önce herkesin kişisel olarak yapabileceği şeyler de mevcut. Bunlardan birisi de bu filmi izlemek ve izlettirmek kesinlikle.
Ve aşağıdaki web sayfasını ziyaret etmenin de bir zararı olmaz.

http://www.climatecrisis.net/

Thursday, November 16, 2006

Dreamgirls


Ve bu senenin en çok beklenen filmi nihayet görücüye çıktı. Sadece, Cannes'da gösterilen 20 dakikasıyla bile izleyicileri bu seneki Oscar'lara damgasını vuracağına dair ikna etmişti. Dreamgirls önceki gün ilk özel gösterimi ile basına tanıtıldı ve Amerika'dan ardı ardına çok olumlu eleştiriler gelmeye başladı. Şu anda herkes bu rüya kızları konuşuyor. Jennifer Hudson ve Eddie Murphy'nin adaylığı kesin gibi. Beyonce'nin performansı da çok iyi bulunmuş. Şu aşamada en iyi film Oscar'ına uzanma ihtimali en yüksek film olduğunu belirtmek abartı olmaz.
Filmin yönetmeni Bill Condon (Kinsey'nin yönetmeni, Chicago'nun senaristi) filmi Diana Ross ve The Supremes'in hikayelerinin hayali bir versiyonu olan Broadway oyunundan uyarlamış. Fragmana yukarıdan izleyebilirsiniz. Filmin bizdeki gösterim tarihi ise şimdilik Şubat sonu olarak gözüküyor.

Wednesday, November 15, 2006

İnsanlık için küçük, Bond için büyük bir adım...


Öncelikle şunu belirteyim bir Bond fanatiği değilim ama yine de ne olursa olsun James Bond'un maceralarına o çocukça hevesle hala koşa koşa giderim. Bunu söyledim çünkü Daniel Craig'in Bond seçilmesine tepki göstermeyen azınlık içindeyim ve çok yetenekli bu aktörün de iyi bir iş çıkaracağından emindim... Bu önsözün ardından "Casino Royale"e geçme vakti.
Öncelikle şunu belirtmeliyim herşeyin olduğu gibi serilerin de başları ve sonları ayrı lezzetli oluyor. En son "Die Another Day"de hafif çaptan düşen bir Bond görmüştük ve bu anlamda film yaşlanan Pierce Brosnan'ın Bond filmografisine de yakışır bir sondu.
Bu sefer hem Daniel Craig'e hem de sevgili ajanımız 007'ye merhaba diyoruz. "Casino Royale"in en büyük avantajı şüphesiz öykünün en başına dönüp Bond'un Bond olmasını anlatması elbette. Bu açıdan seyircinin Craig'in performansına alışması sağlanıyor ve herhalde Bond serisinin tarihinde ilk defa kahramanımız üç boyutlu olmaya bu kadar yaklaşıyor. Bu tarz başlangıçlarda genelde rastladığımız gibi eğitim süreçleri, ve çeşitli kişisel çelişkiler yok elbette. Sonuçta yine profesyonel bir Bond'la karşılaşıyoruz ama gerek smokin giymek, gerek Martini içmek konusunda pek çok espriye de tanık oluyoruz. Doğruyu söyleyeyim bir Bond hayranı olarak bu tarz ayrıntıların bu şekilde sunulması benim hoşuma gitti ve heyecanlandırdı. Hiç şüphesiz bu sayede Daniel Craig de işin kaymağını yiyor. Çok daha atletik ve daha da güçlü bir 007 yaratan Craig, film boyunca karakterin gelişimini çok başarılı bir şekilde veriyor ve kafanızda ne kadar Bond imajı varsa hepsini siliyor. Açıkçası bu sıkı başlangıcın ardından vakit kaybetmeden yapılacak yeni bir Bond filmiyle, oyuncu tahtını daha da sağlamlaştırabilir ve sonra Pierce Brosnan gibi göbeği sarkana kadar da bu kariyerine devam edebilir.


Film hakkında bir çok şeyden bahsetmek gerek. Giriş sahnesi belki ilk defa bu kadar yavaş ama aynı zamanda etkileyici ve keyifl. Chris Cornell'in 'You Know My Name'i eşliğindeki jenerik ise sıkıcı olsa da yaratıcı bir şekilde tasarlanmış. Özellikle başlarda enfes bir kovalamaca sahnesi var. Ve Eva Green, şimdiye kadar belki de en az şey yapıp en çok etki bırakan Bond kızı ünvanını edinebilir.
Ama bu Bond kızı olayından genel olarak filme dair bir saptamada bulunmak istiyorum. Doğrudur 007 ilk defa bu kadar kanlı canlı gözüküyor ama benim açımdan filmin bir başka albenisi son Bond serisindeki sentetik havanın kaybolmuş olması. Tamam çok sıkı aksiyonlardı ve 'Die Another Day'le 'GoldenEye' müthişti ama kabul edelim tüm tasarımlar, mekan seçimleri çok fazla yapay bir stilizeydi. Ve aksiyon uğruna bazen öykü heba edilebiliyordu. (Öykü Bond filmleri için bir bahane sadece biliyorum ama yine de...) Ama bu sefer filmde daha çok
70'lerin estetik cilasını hatırlatan ve daha olgun bir sinematografi var. Fragman ne vaat ederse etsin sadece kuru aksiyon yerine ciddi bir şekilde öykünün sağladığı kovalamacasız, patlamasız gerilim anlarına da abanılmış durumda. "Casino Royale"de belki Bond dünyayı kurtarmıyor, çok daha ufak ölçekli bir iş yapıyor olsa da bu iyi bir sinema yoluyla anlatılmış. (Ve tabii ki tahmin edersiniz bu şekilde film gayet uzun 144 dk.) Ama sonuna kadar değdiğini söyleyebilirim.
Bu Bond çok sağlam ve şüphesiz serinin en iyilerinden eğer bu kalitede devam edip daha cesur davranırlarsa ileride' artık 007'nin filmlerine 'ama Bond filmlerinde hep böyle olur normal bir şey' gibi anlamsız bir bahane kullanmak zorunda kalmayabiliriz. Gidin görün ve eğlenin.

Not: 3,5/5

Amerikan işi "Yazı Tura"


Training Day'in senaryosuyla büyük sükse yapan David Ayer'ın bu kez yönetmenliğe soyunduğu ilk filmi "Harsh Times"ın oldukça başarılı bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Ayer, yine "Training Day"deki gibi Los Angeles sokaklarına bu sefer farklı gözlerden bakıyor ama ondan da önce savaş sonrasında travma yaşayan bir askerin öyküsüne odaklanıyor. "Yazı Tura" benzetmesini kullanmam boşa değil çünkü filmin ana kahramanı olan Jim Davis oradaki Kenan İmirzalıoğlu'nun performansını hatırlattı bana. Tabii ki aynı sorunlarla uğraşmıyorlar hatta iki karakteri aynı seviyeye de koymamak gerekir. Çünkü Jim de ipin ucu çoktan kaçmış durumda.
İki arkadaşın hayata tutunma macerasında sokaklardaki suç filme güçlü bir şekilde yedirilmiş ve ne olursa olsun sinemadan titreyerek çıkmanız da sağlanıyor. Ayer'ın mizansenleri son derece karanlık ve klostrofobik bir ortam yaratıyor. Filmin en önemli iki karakterine can veren Christian Bale ve Freddy Rodriguez ise gayet inandırıcı ve güçlü performanslar veriyor. Aslında onların dışında yer alan küçük rollerin hepsindeki oyuncuların da başarılı olduğunu belirtmek gerek. (Evet Eva Longoria bile)
"Harsh Times" deli gibi mesaj kaygısı verme telaşında olan bir film değil. Ki zaten vermeye kalkışsa senaryoda o kadar çok yan tema var ki altından kalkması da imkansız. Ama bunların hepsini etkileyici bir seyirliğe dönüştüren güçlü bir anlatıma sahip. Bu anlamda çok büyük cümleler kurmaması belki de filmi gözünüzde daha sağlam kılıyor.
Arkadaşlık, sorumluluk, sevgi ve korkular üzerine karanlık bir suç draması. Karamsar ve sert filmleri kaldırabilenlere tavsiye edilir.
Not: 3,5/5

Tuesday, November 14, 2006

"Kader"imin bir oyunu mu bu?

Antalya'dan beri, hadi doğruyu söyleyeyim yapıldığını duyduğum andan beri merakla beklediğim bir projeydi "Kader". Bilindiği üzere 'Masumiyet'in öncesine Bekir'in o ünlü monoloğuna bir geziydi. İlk aşamada farklı tepkiler alsa da ben projenin gayet iyi bir fikir olduğunu düşünüyordum. Sonra da elbette Antalya'nın en iyi filmi oldu.
Filmi bugün izleme imkanına ulaştım. Şunu kabul etmeliyim ki bu senenin en iyi filmi olmadığı gibi bazılarının abarttığı gibi Demirkubuz'un en iyisi de değil. İlginçtir filmin sorunuyla avantajı ise aynı. Bu da elbette "Masumiyet"e olan organik bağından başka bir şey değil. Filmin özellikle ilk yarısında "Kader", Haluk Bilginer'in can verdiği Bekir'in yıllar önce bize anlattığı öykünün resimli halinden ileri gidemiyor. Ne var ki Bekir'in Uğur'un peşinden sürüklenmesiyle başlayan yolculukta karakterin tercihleri ve iç dünyasına dair daha fazla şeyin bize sunulması ve hiç şüphesiz Zeki Demirkubuz'un çok başarılı olduğu karanlık arabesk atmosferi de layığıyla vermesi ile film tadından yenmez bir hale dönüşüyor.
Yine de ' 'Masumiyet' olmasaydı bu öykü bize bu kadar dokunur muydu?' sorusunu kendime sorup durdum. Ama bu haksız bir düşünce çünkü bu olgu her hangi bir devam filmi için geçerlidir. Ve şunu da söylemeliyim filmin başlarında özellikle Bekir'in iki boyutlu bir karakter gibi gözükmesinin cevabı da filmin isminde saklı. Bu film ne Bekir'in ne Uğur'un hikayesini anlatıyor. Bu filmde "Kader" başrolde ve toplumumuzda sık sık rastladığımı bir öyküyü yine toplumun bahane olarak öne sürdüğü kavram üzerinden kuruyor. "Kaderi böyleymiş ne yapacaksın?" anlayışı doğal olarak filmi incelerken de anahtar bir düşünce olup çıkıyor.
Şunu belirtmek gerek, Demirkubuz birebir öykünün öncesini anlatmak yerine ufak oynamalarda da bulunmuş. Bunlar zaman ve mekan üzerinde sürekli karşımıza çıkıyor. Masumiyet, 90'larda geçerken Kader ise günümüzü anlatıyor. Bu anlamda filmi bir bakıma bağımsız görmek de olası. Ki filmin bir sahnesinde TV'de Masumiyet'in oynaması da oldukça ilginçt bir ayrıntı.
Filmin iki ana oyuncusu Ufuk Bayraktar ve Vildan Atasever gerçekten de çok iyi. Atasever'in Altın Portakal alamamış olması yüksek ihtimalle geçen sene aynı ödülü almasından kaynaklanıyor. Çünkü kendisi ödülün sahibi Sibel Kekilli ve festivaldeki diğer rakibesi Ebru Ceylan'dan daha iyi bir oyunculuk çıkarmış. İki oyuncunun da Derya Alabora ve Haluk Bilginer'in yorumlarına yaklaştıkları anlar oluyor ancak genel anlamda kendilerine has yorumlarını oluşturmuşlar. Ufuk Bayraktar'ı sona sakladım. Çünkü ciddi bir yetenekle karşı karşıyayız. Atasever iyi oynuyor evet ama Ufuk Bayraktar resmen döktürüyor. Kafamızdaki Bekir yorumunun daha da zenginleşmesini ve zihnimizde hiç unutulmayacak bir yere gelmesini sağlıyor. Bu senenin en iyi performanslarından birisi kesinlikle.
Kabul etmeliyim ki filmi zaman geçtikçe daha da seviyorum. Sonuçta Zeki Demirkubuz bir kere daha bizi bu kaybedenler diyarında enfes bir yolculuğa çıkarıyor ve geriye bir tek acı bir hüzün bırakıyor.
Not: 4/5

Wednesday, November 08, 2006

Bond'un şarkısı Chris Cornell'den...


Casino Royale'in sinemalarımızda arz-ı endam etmesine haftalar kala işte yeni James Bond şarkısı "You Know My Name" huzurlarınızda. Audioslave ve Soundgarden'dan tanıdığımız Chris Cornell'in söylediği parça, sözleri ve melodik yapısı itibariyle klasik bir Bond şarkısı ama düzenlemesiyle birlikte yeni bir soluk getiriyor. Aynı zamanda Cornell'in 1987'den beri Bond şarkısını söyleyen ilk erkek vokal olduğunu da belirtmek gerek. Enjoy.

Tuesday, November 07, 2006

Banliyöde Kan Banyosu: Desperate Housewives

Dizilere genelde sezon başında ve sezon sonunda bir şeyler yazmaya gerek duyuyorum ama bu sefer bir istisna yapmak gerek. Zira "Desperate Housewives", 3. sezonuna bomba gibi devam ediyor. Bu Pazar Amerika'da yayınlanan 'Bang' adlı bölüm dizinin şimdiye kadar yayınlanan en iyi bölümlerinden birisiydi. Geçen sezon büyük hüsrana yol açan ev hanımları hakkında bu sezon daha umutlu olduğumu yazmıştım. Haksız olmadığımı da anlamış bulundum. Son bir kaç haftada yayınlanan bölümler özellikle mizahı ön plana çıkararak enfes entrikalar kurdu. Ve geçtiğimiz hafta da zirveye ulaştı. İlk sezon sadece gizemli entrikalara odaklanan dizi bence şimdi doğru yolu buldu. Eğer böyle devam ederlerse dizinin en iyi sezonuna da imza atmış olurlar.
Bu bölümle birlikte dizi Emmy'lerde adaylığı garantiledi bence. Ki benim gözümde de Felicity Huffman ikinci Emmy'sini aldı çoktan. Tabii ki diziye enfes bir dinamizm getiren Carolyn karakterini canlandıran Laurie Metcalf'ı da unutmayalım.
Bir süpermarketteki rehin alma olayı sonucunda önemli karakterlerden birinin de ölümüyle sonuçlanan 'Bang', 3. sezonun 7. bölümü. Yüksek ihtimalle yeni sezonu 1-2 ay içince cnbc-e yayınlamaya başlayacak.

Fur: An Imaginary Portrait of Diane Arbus


Ünlü fotoğrafçı Diane Arbus'un yaşam öyküsünü anlatan "Fur"ün yönetmeni "Secretary" ile bizi gayet memnun etmiş olan Steven Shainberg. Başrollerde Nicole Kidman ve Robert Downey Jr. var. Filmle ilgili çıkan ilk eleştiriler çok olumlu değil ama fragman yine de filme bir şans vermek isteği uyandırıyor.

Monday, November 06, 2006

Babel

Toplumun farklı kesimlerinin hatta ayrı toplumlardan yüzlerin bağımsız hikayelerinden oluşan ve bunların bir yerlerde buluşmasına dair bir yapı içeren dramalar artık günümüzde şaşırtıcı olmaktan çıktı aslında. Ancak yine de seyirci hala yeni bir şey keşfetmiş gibi bu tarz filmler karşısında ağzı bir karış açık kalabiliyor. Ama buna artık şaşırma vakti geçti. Robert Altman bunu 10 küsür sene önce yaptı zaten. Hadi Altman bilmeyenler çoğunlukta dersek o zaman da ben P.T. Anderson'ın Magnolia'sını hatırlatma ihtiyacı duyarım.
Adeta bayıldığım "Amores Perros" ve belli bir ölçüde beğendiğim "21 Grams"ın ardından elbette Alejandro Gonzales Inarritu'dan yine bu tarz bir denemeyle karşılaşmak bizi şaşırtmıyor. (Zaten yukarıdaki paragrafı da hala böyle örnekler gördüğünde kendinden geçenlere ithaf ediyorum.) Ancak Babel'i izledikten sonra akla takılan asıl soru şu; 'Sürekli bu tarz kalabalık kadrolu-öykülü filmlerle uğraşan ve bunların üstesinden geldiğini de kanıtlamış bir adam nasıl Babel gibi bir filmi yapabilir?'


Henüz başlarında daha öykülere dair kurulumlar yapılırken filmde her hangi bir sorun görmek mümkün değil. Ancak 4 ana öykü üzerinde ilerleyen Babel bu ilişkilerin iyice oluşmasıyla sorunlu bir yapıya bürünüyor. Herşeyden önce 4 öyküden Japonya'da geçeni diğer üçüne kesinlikle uymuyor, dahası gayet doğal bir şekilde bağlanmış o üç öyküye o kadar zorlama bir şekilde ilişkilendiriliyor ki, seyirci tarafından üvey evlat muamelesi görmesi kaçınılmaz oluyor. Diğer öyküler (ikisi Fas'da, biri Meksika'da) organik bir bağla birbirlerini desteklerken, Japonya öyküsü seyircide 'hadi bitsin de diğer öykülere bakalım' ihtiyacı duyuruyor. Aslına bakılırsa Rinko Kukichi'nin gayet başarılı bir performansla yürüttüğü bu öykü tek başına son derece tatmin edici bir kısa film olabilirmiş ancak "Babel"in genelinde sadece bir yama olarak kalıyor. Ve filme de ciddi oranda zarar veriyor.
Diğer öykülerin tatmin edici olduğunu söylemek mümkün ancak yine de Meksika kısmı gayet bildik bir manzarayı; (bkz. Traffic, hatta Babel'in de senaristi olan Guillermo Ariaga'nın yazdığı enfes "Three Burials...") Meksika sınırında yaşananları ve ABD ile arada yaşanan 'öteki' karakterlere dair bir öyküyü yine bildik bir şekilde sunuyor. (Burada da Adriana Barraza'nın güçlü oyunculuğundan bahsetmek gerek) Fas'ın yerlileri arasından geçen öykü ise şahsen benim en fazla potansiyel bulduğum ve zevkle izlediğim bölüm oldu. Ancak bu bölümün de yeterince iyi kullanılamadığını düşünüyorum.
Sonuçta Babel, yan öyküleri iyi bir şekilde işlese bile ya filmin geneline iyi bağlayamıyor ya da yeni bir şey söylemediği için sizi sıkıntalara gark eden bir film olup çıkıyor. Yukarıda saydığım öykülerin hepsinde potansiyel gayet güçlüyken Brad Pitt & Cate Blanchett'in oynadığı ve ilk bakışta diğerlerinin yanında gayet sönük gözüken bir diğer Fas öyküsünün hak etmediği halde ön plana çıkması da bu yüzden zaten.
Toparlayayım artık... Güçlü sahnelere, şık oyunculuklara, zaman zaman çok etkileyici ve vurucu anlara, sahip olsa da Babel film olmaktan çok bir fikir olmaya çalışıyor. Bu duruma saygı duyulabilir tabii ki ama fikrin de orijinal olmadığını düşündüğümüzde 'Zaten bildiğimiz şeyleri niye tekrar anlatıyorsun?' sorusuna neden gösterebilecek bir deneme olmadığını da kabul etmek gerekiyor.


Babel'in Oscar şansları...
Cannes Film Festivali
'nde pek beğenilen Babel'in Oscar'da da iddialı olacağı hala konuşuluyor. Bu arada Cannes'daki yönetmenlik ödülünü de gayet anlamlı bulduğumu belirtmek isterim Inarritu çok etkileyici bir sinema yapıyor. Mizansenleri akıllıca kuruyor ve oyuncularını da çok iyi yönetiyor. Bu konuda söyleyecek hiçbir sözüm yok. Ancak Babel'in adı şu aralar en iyi film adaylığı tahminlerinde sıkça geçiyor. Ancak ben bu filmin o kategori için yeterli olmadığını düşünüyorum. Diğer bir yandan senaryo ve yönetmenlik konusunda şans görmek mümkün. (Senaryonun adaylık hakettiği anlamına gelmiyor, sadece akademi sevebilir.) Ama mesela Cate Blanchett'in ya da Gael Garcia Bernal'in bu filmle aday olması absürtlüğün son noktası olurdu herhalde. Diğer yandan yukarıda saydığım iki bayan oyuncu adaylık haketseler de bence zor gibi gözüküyor. Brad Pitt'e gelirsek... Güzel ve yakışıklı jönümüz, tam da kendini hayır işlerine vermişken; makyajla yaşlandırılmış, bol bol ağlamış ve 40 yılda bir iyi bir filmde oynamayı becermişken illa ki aday olur hatta Oscar'ı alıp güzel güzel hayır mesajları vermesine de olanak sağlanmış olur. Dediğim gibi genel olarak ben filmin Oscar şanslarını düşük görüyorum. Ancak geçen seneki Crash deneyimi de hala aklımızda. Aynen geçen sene olduğu gibi akademi yine 'Aman Tanrım ne mükemmel mesajlar vermiş, hem de bir sürü insan oynamış, ağlatıyor falan da' diyip Babel'i yarışta iddialı bir noktaya taşıyabilir. Ama biz Türkiye'de yaşıyoruz ve Amerika'dakilerin herkesten sonra duyduğu ve çok orijinal sandığı şeyleri biz zaten çoktan içimize sindirmiş oluyoruz.

Not: 2,5/5

Saturday, November 04, 2006

The Departed


Kabul etmek lazım Martin Scorsese, Amerikan sinemasının en iyi yönetmenlerinden birisi. Ancak son zamanlarda yaptıkları (özellikle The Aviator) beni pek de tatmin etmeyen işlerden olmuştu. Şurası kesin "The Departed"la Marty uzmanı olduğu konulara geri dönüyor ve yeteneğini de sonuna kadar konuşturuyor. Film yurt dışında büyük bir coşkuyla karşılandı ve bunu da hakediyor hiç şüphesiz. Çünkü uzun zamandan sonra Hollywood'dan çıkma ciddiye alınacak bir kaliteye sahip bir polisiye gerilim var karşımızda. Dolayısıyla Amerikalıların bu coşkusunu anlamamak mümkün değil. Ne var ki "Infernal Affairs"i izleyen (ve benim durumumda) çok özel bir film olarak niteleyenler için "The Departed" o kadar da özel olmayabilir.
Hong Kong malı "Infernal Affairs"in yanında, bu Amerikan uyarlaması biraz zanaat kaçıyor. Filmin uyarlama süreci oldukça başarılı geçmiş ona hiçbir laf yok. Özellikle ilk yarı boyunca öykü sağlam bir şekilde kuruluyor. Mekanlar, topluluksal özellikler, sosyopolitik durumlar (Boston, İrlanda asıllılar vs.) oldukça sağlam bir tablonun alt elementleri olarak yerini alıyor. Ancak bunların üzerine daha fazla gidilmiyor. Filmin ortalarına kadar farklı bir seyirlik sunan "The Departed", ortalarından sonra "Infernal Affairs"in en güçlü sahnelerini arkasına alıp yoluna onunla devam ediyor. Burada esasen bir sorun yok elbette. Çünkü bir uyarlama yapacaksanız kendi kimliğinizi oraya yedirip orjinal materyalin de en güçlü yanlarını iyi bir zanaatkarlıkla sunmanız gerekiyor. Bu anlamda film gayet kuralına uygun işliyor ve sonuçta da başarılı oluyor ama benim gözümde "Infernal Affairs"e de ciddi bir alternatif oluşturamıyor.
Olumsuz konuşuyor gibi gözükebilirim ama burada benim takıntılarımın kişisel olduğunu belirtmeliyim ve şunu temin ederim orjinalini seyretmeyenler (hatta seyredenlerin büyük bir kısmı) bu filme bayılacaktır. Bunun en önemli nedeni tabii ki Scorsese. Marty işini çok iyi bilen, gerek teorik gerekse pratik anlamda dolu dolu bir yönetmen. Ve bu donanımını da hep mümkün olan en ateşli, dinamik ve etkileyici şeklinde sunuyor.

Filmin ikinci önemli kozu hiç şüphesiz oyuncuları. Leonardo DiCaprio, Scorsese'nin kanatlarının altında her seferinde daha da iyi oluyor. Matt Damon, "The Talented Mr. Ripley"den sonra bu tarz rolleri ne kadar iyi canlandırdığını kanıtlıyor. Ve tabii ki Jack Nicholson... Oscar adaylığı cepte, hatta dördüncü heykelcik çok da uzak değil. Nicholson, sinema tarihinin en akılda kalıcı performanslarından birisini veriyor.

Bu film herşeyden önce çok iyi bir zanaatkarlık örneği. Bunu kötü anlamda söylemiyorum. Sonuçta iyi yapıldıktan sonra benim için hiçbir sorun teşkil etmiyor. Ki bu film ne olursa olsun çok sağlam bir zanaat. Sizi kendisine kitliyor, bir an bile rahat bırakmıyor. Sıkı iş.
Not: 4/5

Friday, November 03, 2006

Cruise yeni evini buldu...

Tom Cruise ve Paramount'ın yıllardır süren birlikteliği geçtiğimiz aylarda sona ermişti. Paramount yıldızın son zamanlardaki aşırı davranışları nedeniyle anlaşmasını yenilememişti. Cruise, şu aşamada kariyeri açısından çok kritik bir konumda. Zira kendisine artık neredeyse deli gözüyle bakılmaya başlandı. Katie Holmes sonrası hareketleri ve scientology konusunda işi iyice abartması sonucunda ciddi anlamda karizmayı çizdirdi. Bundan sonra eski imajına geri dönebilir mi bilinmez zira Paramount sonrası yeni anlaşma yaptığı şirket MGM'in UA (United Artists) bölümü. UA, 70'ler ve 80'lerde önemli filmler çıkarmış ancak son 10-15 yıldır piyasaya Bond filmleri dışında iddialı bir iş sunamamış, yani artık sönmüş, bir şirket. Bu ortaklık iki tarafı da batırır mı yoksa düzlüğe mi çıkartır orasını göreceğiz.

Thursday, November 02, 2006

Gong Li Oscar yarışında...

Ülkemizde daha çok "Hero" ve "House of Flying Daggers"la tanınan Zhang Yimou'nun son filmi "Curse of the Golden Flower" Çin tarafından yabancı film kategorisinde yarışması için Akademiye gönderildi. Filmin dağıtımını üstlenen Sony ise filmi o kadar beğenmiş ki, Gong Li için "en iyi kadın oyuncu" Oscar'ı için kampanya başlatacakmış. Eğer Gong Li adaylı kapabilirse bu seneki kategoride aday olan oyuncuların hiçbirinin Amerikalı olmama olasılığı var. Şu anda adaylık alma ihtimali en yüksek Amerikalı Meryl Streep. Sezon öncesinde gayet popüler olan Annette Bening ise performansıyla övgü almasına rağmen yer aldığı film Running with Scissors'ın beğenilmemesi ile şansını kaybetmiş gibi gözüküyor.

The Wire (2. Sezon)

Baltimore'un sokaklarında dolaşmaya devam... "The Wire" ikinci sezonunda, Batı Baltimore'u da unutmadan harita üzerinde yeni mekanları ve kitleleri ifşa etmeye devam ediyor. Ed Burns & David Simon bu işi çok iyi beceriyorlar. Belli bir kitle üzerinden toplumsal, siyasi ve ekonomik tabloları belli kişilikler üzerinden anlatıp onları da dizinin mitine usta bir biçimde işliyorlar. Bu sezon genel olarak Yunan başta olmak üzere Doğu Avrupa asıllılar hedef olarak yaratılsa da ön planda liman işçileri yer almaktaydı. Tabii ki siyah kitleden tanıdık olduğumuz karakterler de bize kendilerini unutturmadılar. (Sanırım 3. sezona bir hazırlık niteliğindeydi.) Sorunlu dedektifler, kirli siyasi ve bürokratik oyunlar ile "The Wire" toplumsal ve siyasi çürümeyi gösteren dev bir TV noir'ı olma yolunda ilerledi bu sene. Daha önce bahsettiğim gerçekçilik akımını kaybetmedi ama artık sanırım bu diziye noiresque demenin daha doğru olacağını düşünüyorum.
Burns & Simon'ın işbirliği umarım daha uzun yıllar sürer.
Son bir not, dizinin jenerik müziği "Way Down in the Hole"u bu sezon şarkının sahibi Tom Waits yorumlamış.
2. Sezon not: 5/5