Sunday, April 29, 2007

Tayyip baksana, kaç kişiyiz saysana...

Bugün o efsane mitingde ben de vardım. Herşeyden önce bu tepkinin içinde bulunmaktan ne kadar büyük gurur duyduğumu belirtmeliyim sanırım. Akşam haberlerinde baktığım zaman TV'de görününce sanki göstermelik ve belki de biraz yapay gibi gözüküyor diye düşündüm. Bilmiyorum insanlar ne düşünüyor ama yaşlısından gencine o kalabalıkta ayakta zor dikilecek hale gelen insanlardan enerjisini hiç kaybetmeyenlere kadar herkesin tek bir yürek olduğunu hissediyorsunuz orada bulununca. Daha da ötesi kameraların mesafesine yansımayan birşeyin de farkına varıyorsunuz. O da bu insanların içindeki "öfke"ydi. Evet bugün gerçekten göstermelik bir kitle olmadığını deneyimlemiş bulunuyorum. Ve artık eminim bu duygu bizde varoldukça da çok fazla endişelenmemize gerek yok.
Tayyip olsun, ABDullah olsun herkes payını aldı bugün. Ama haberlerde gösterilmeyen birşey var ki medya da payını aldı. (Hatta en beğendiğim sloganlardan birisi sık sık tekrarlandı: "Erdoğan alana, Aydın Doğan bedava")
AKP yöneticilerinin bizi görmezden geleceği ve 'biz daha çoğunu toplarız' anlayışında oldukları malum. O cephede birşey değişeceğini sanmıyorum şahsen. Ama önemli bir mesaj daha vardı: "BİRLEŞİN"... Umarım muhalefet partileri bu çığlığı duymazdan gelmez...
Güzel bir gün yaşadı Türkiye... bundan sonra da İzmir'de olsun dedik miting sonrasında. Gerçekten ne de güzel yakışır İzmirime...

Fabrika kızı

Festivalde izleme fırsatı bulamamıştım ancak izleyebildim. Andy Warhol'un ilham perilerinden Edie Sedgwick'in bir nevi biyografisi olan "Factory Girl" herşeyden önce Sienna Miller ve Andy Warhol rolündeki Guy Pearce için izlenmeye değecek bir film. İkisinin performansı tek başına filmi izlemeniz için bir sebep. Ancak diğer yandan filmin senaryosunu biraz bölük pörçük bulduğumu belirtmeliyim. Filmde sanki bir öykünün sadece en dokunaklı ya da etkleyici olması gereken anlarını izliyoruz gibi bir durum var. Ama bu highlight'lar dışında birşeyler daha görmek belki karakteri daha da iyi bir biçimde sindirmek istiyoruz, ama olmuyor.
Diğer yandan yönetmen George Hickenlooper'ın performansını da başarılı bulduğumu belirtmeliyim, öykü belki yeterince canınızı yakmıyor ama öykü anlatımı filmi gayet düzgün bir biçimde izleyebilmenizi ve dönemin atmosferini yaşamanızı sağlıyor. Artı kimi zaman da metnin veremediği bilgileri his olarak aktarabiliyor.
Oyuncular dediğim gibi filmin en büyük artısı. Sadece açık bir biçimde Bob Dylan'a gönderme yapılan bir şarkıcıyı canlandıran Hayden Christensen olmamış. Yani kötü oynuyor falan değil ama sanki babasının kıyafetleriyle rol kesen küçük bir çocuk havası vardı.
Neyse... dediğim gibi eğer parformansları merak ediyorsanız bir göz atın, güçlü bir oyunculuk göreceksiniz ama daha fazla birşey beklemeyin. Genel olarak vaad ettiği şeyi veremeyen bir film.
2/5

Saturday, April 28, 2007

Patlayan bir adam nasıl durdurulur?

Heroes'un en son yayınlanan ".07%" adlı 19. bölümüne kadar izlememiş olanlar için SPOILER!
Arkadaşlar sağolsun, Heroes'da arayı kapattım ve bu hafta Amerika'da yayınlanan bölümü de az önce izledim. Daha önce de bahsetmiştim. Dizinin dinamiği gerçekten çok hoş ve çizgi roman tadını yakalamasından ötürü de ciddi bir zevk alıyorsunuz. Üstelik karakterlerin de neredeyse hepsi ciddi anlamda sevilesi olduğu için izlemeniz için başka bir nedeniniz daha oluyor. Ve en isabetli kararlar arasında da şüphesiz artık diziye zarar verme aşamasına gelen, kendini tekrar eden ve sıkmaya başlayan karakterlerin yok edilmesi gibi cesur kararlar sıkça veriliyor. En son bu hafta Isaac (ki gerçekten mızmızlığıyla sıkmaya başlamıştı) nihayet yok oldu. Tamam iyi güzel geleceği öğreniyorduk falan ama zaten Peter'a o özellik geçmiş değil mi? O yüzden hakikaten ona ve zırlak dünyasına da gerek kalmamıştı diye düşünüyorum.
Dizinin hala bazı konulardaki, özellikle dramatik sahnelerdeki beceriksizlik ve yine bu anlardaki diyaloglarda görülen çiğlik maalesef rahatsız edici oluyor. Mesela bu haftaki bölümde Peter'ın o kadar süre ölü kalmasına ne gerek vardı? Yani biz zaten ölmediğini (ve daha önce Claire'de örneğini gördüğümüz için neden ölmediğini) biliyorduk. Nathan ya da annesinin yapay ağlayışları ve Claire-Nathan karşılaşmasının süper beceriksiz ve yabancılaştırıcı şekilde gösterilmesine gerek var mıydı? Hakikaten bölümüizleyenler arasında Nathan'ın Claire'i göründe yaptığı tepkinin bir nebze doğal olduğunu iddia edebilen var mı?
Bu arada ciddi sorular var elbette. Bugünkü bölüm patlamanın yok edilemeyeceğini kanıtlar nitelikteydi. (Hiro & Hiro karşılaşması da çok hoştu bu arada) Şurası kesin ki Peter eğer patlayacaksa bu o nükleer adam yüzünden olacak. Bu konuda aklıma şu soru geliyor. Acaba asıl büyük patlamayı gerçekleştirecek ve yok olacak olan kişi o herif mi? Çünkü Peter açık bir biçimde diziden çıkmayacak. (Ki gelecekten gelen Hiro, onun yüzünde bir yara izinden bahsediyordu. Henüz bir yara olmadı değil mi?) Eğer ille de bir patlama olacaksa nükleer adam patlar, Peter da o sırada onun etkileşimlerini yakalar gibi düşünüyorum. Neyse herhalde sezon sonunda patlama (ya da patlamama anını göreceğiz.)
Bu arada bir noktayla ilgili yorumumu da yapayım. Anlamsız bir Heroes & Lost karşılaştırılması yapılıyordu. Ve şimdi iki diziye de hakim olduğum için yorum yapayım. Evet Heroes gerçekten de dinamizmi sayesinde yarattığı gizemlere ciddi sorular oluşturup bunların cevaplarını da fazla tükenmeden veriyor. Ve dizinin yapımcıları da bu konuda "Lost"un düştüğü hataya düşmeyeceklerini söylediler. Ama iki dizi gerçekten aynı şey değil. "Lost" belli birkaç öze bağlı gizemlerle uğraştığı için bunların çoğunun son bölümlerde açıklanacak olacağı aşikar. Şimdi açıklarlarsa dizi devam edemez ki. Yani bir adada daha fazla ne olabilir? Ama Heroes öyle değil. Herşeyden önce zaman ve mekan konusunda bir sınırlaması olmadığı için pek çok öyküyle zaman geçiriyor. Üstelik ana teması da "Save the World" gibi gayet muğlak bir kavram. İstediğiniz yere çekebilirsiniz yani.

Thursday, April 26, 2007

sinema.com


Burada duyurmayı unuttum. Geçen haftadan itibaren sinema.com'da da eleştiri yazmaya başladım. Kritik bölümünde yer alan K.D. Yılmaz imzalı eleştirilere o gözle bakın. :)

Wednesday, April 25, 2007

Beethoven'ın gölgesinde...

Kieslowski'nin kankisi Agniezska Holland, genel anlamda bulunduğu saygın yere rağmen geniş kitlelerce o kadar iyi tanınmış bir yönetmen değil maalesef. Son filmi, "Copying Beethoven" da maalesef pek müşteri bulamadı yurt dışında. Açıkçası ben filmden baya kötü birşey bekliyordum. Geçen sene Oscar'lar için Ed Harris'in adı film öncesinde konuşulmuş ancak film genel anlamda vasat eleştirilerle karşılanınca çabucak çaptan düşmüştü.
Öncelikle şunu söylemek lazım klasik müziğe alerjisi olanlar bu filmde bolca sıkılır. Film Beethoven'ın 9. senfonisine hazırlandığı dönemde notalarını kopyalamak için gelen genç ve güzel bir öğrenciyle kurduğu ilişki üzerine gidiyor. Usta-çırak, güzel ve çirkin ne derseniz diyin gayet tahmin edilebilir bir ilişki izliyoruz. Yine de film belli noktalarda bence gayet etkili olabiliyor. Özellikle müzikal sekanslardaki biraz kendini belli etse de kurgu oyunları benim hoşuma gitti. Filmin gayet özenli bir görselliği var. Buna kostümler ve sanat yönetmenliği de eşlik ediyor. Ama herşeyden önce elbette Ed Harris mükemmel. Adam tek başına filmi izleme nedeniniz olabilir. Bunun yanında Diane Kruger'ın da şimdiye kadar hep güzelliğini gördük ama ilk defa burada iyi bir oyuncu olabileceğine ikna oldum. Özellikle iki oyuncunun konser anında sergiledikleri performans benim çok hoşuma gitti.
Dediğim gibi klasik müzikten hoşlanmıyorsanız film size inanılmaz sıkıcı gelecektir. Zira müzik her yerde. Filmin eksileri var elbette. Mesela 9. senfoniye kadar esere olan odaklanma filmin asıl derdini ikinci yarıya bırakıyor. Bu da hafif bir bölünmüşlük duygusu yaratıyor ister istemez. Ve kabul edelim öykü çok da orijinal değil. Yine de ben bu deneyimden gayet memnun kaldığımı söyleyebilirim.

3/5

Bir grup zavallı

"Wild Hogs" orta yaş bunalımı arefesinde 4 kafadarın maceralarını anlatıyor. Monoton, başarısız yaşamlarından kaçmak için karizmatik motorlarıyla bir yolculuğa çıkan bu zavallıları John Travolta, Tim Allen, William H. Macy ve Martin Lawrence canlandırıyor. Ayrıca bu dörtlüye bir zamanlar umut bağlanan oyuncular Marisa Tomei ve Ray Liotta da seyahatin belli noktalarında eşlik ediyor. Başlıkta zavallı derken sadece karakterlere değil aynı zamanda bu filmde görev almış herkesi kastediyorum.
Eğer bir yerlerde, bu filmin senaristi Brad Copeland'ın televizyon şaheserleri Arrested Development ve My Name is Earl'ün yazarı olduğunu duyduysanız sakın ha aynı zekaya bir filmle karşılaşacağınız yanılsamasına kapılmayın. Zira bu film gayet eski moda ve beceriksiz bir komedi. Film süresince genelde slapstick kullanıma sahip esprilerle hiç beklemediğiniz anlarda kahkaha atabilirsiniz ama film genel olarak tam bir beceriksizlik. Öykü boyunca aynı esprilerin ve triklerin sürekli bir şekilde kullanılması bir süre sonra suratınızı ekşitmeye yarıyor. (Ayrıca filmin tek zeki esprisi herhalde sonda yazılar akarkenki kısım) Dediğim gibi yine de bu filmde gülmek o kadar zor değil. Bazı anlar gerçekten eğlenceli olabiliyor. Ancak filmin dramatik yanları gayet beceriksizce kotarılıyor. Vakit ve nakit kaybı bir deneyim.

1,5/5

Saturday, April 21, 2007

Charlie, duck!

Lost (spoiler)
Geçtiğimiz haftanın olağanüstü Juliet bölümünden sonra bu haftaki Catch-22 biraz daha durgun kaldı şüphesiz. Ama şu yukarıdaki kare bile tek başına zevk almaya yeter. Bölümün başındaki sahne resmen kanımı dondurdu ve öyle birşey olmayacağını bilsem bile yine de heyecanla izledim. Flashback gayet açık bir şekilde kurban vermek üzerine kuruluydu ve başka bir özelliği de olmadığı için hafif bir sıkıntı veriyordu şüphesiz. Ayrıca Desmond'ın manastıra kapanması da bana biraz komik bir seçim gibi geldi. Yine de yukarıdaki kare tek başına yetiyor. Çok fazla şey göremedik ama ileride Dharma flashback'i bizi bekliyor. Charlie ise bence sezonun sonuna doğru gider temelli. (Bu arada fark ettiniz mi bilmiyorum bu sezon çok az kişi öldü gibi geliyor bana) Penelope'nin ne haltlar karıştırdığını da göreceğiz yakında.
Bu arada geçen haftaki bölümden de bahstemeden geçemeyeceğim. Elizabeth Mitchell kesinlikle Emmy'ye aday olmalı, hatta almalı. Bölüm tek başına zaten müthiş bir heyecan barındırıyordu ama geçen bölümde oyunculuklar ayrı bir güzeldi. Sawyer'ın Kate geldiği an gözlerindeki ifadeye dikkat ettiniz mi? Josh Holloway'in öyle bir bakış atabileceğini söyleseler inanmazdım.
Neyse... sezon başında mutsuzduk ama dizi yine formuna kavuştu. Bu arada Jack'ten hala nefret ettiğimi söylemiş miydim? Kate'in yaptığı da ayrı bir kevaşelikti.

Desperate Housewives

Bree & Orson'un olayı sanırım cnbc-e'de de çözüldü. Amerika'da 'kocalar' bölümünün üstüne sadece iki bölüm yayınlandı ve klasik "Desperate Housewives" modeli gizemli kirli çamaşır öyküsü kalmadı. Ama yazarların bu sezon işlerini yaptıklarının en iyi kanıtlarından birisi de şu iki bölümde belli oldu. Dizi gayet romantik komedi havasıyla da kendisini izlettiriyor. (Ve kesinlikle çok eğlendiriyor.) Bu haftaki bölümün ardından ufak çapta bir ölü vakamız daha ortaya çıktı ama bu büyük ihtimalle en fazla 1-2 bölüm dayanır. Yüksek ihtimalle dizi, yeni bombasını sezon sonunda patlatacak ve orada bırakacak.
Bir başka ayrıntı ise Marcis Cross'un yokluğu. Bree'siz de dizi gayet iyi bir şekilde yürüyormuş bunu gördüm. Cross, diziye ne zaman dönecek bilmiyorum ama bu hamilelik izni bence onun için bir dezavantaj oldu. Umarım geri dönüşü etkileyici olur. Teri Hatcher ve Felicity Huffman da umarım bu sene Emmy adaylığı alabilirler. İkisi de çok iyi.

Friday, April 20, 2007

Yazın en heyecan verici filmi.




Ne Spiderman, ne Harry Potter ne de Jack Sparrow. Bu yazın asıl bombası İngiltere'den çıkacak. Tamam diğerlerini de çok seviyoruz ama "Hot Fuzz" ayrı birşey. Eğer siz de zombi parodisi "Shaun of the Dead"i izlemememiş şanssız topluluktansanız bu filmin nasıl birşey olacağına dair de bir fikriniz yok demektir. "Shaun of the Dead"le parodi türünde yeni ve süper zeki bir sayfa açan ekibin yeni filmi de aksiyon klişeleri üzerine. Yüksek ihtimalle Haziran'da bizde de vizyona girecek.

Thursday, April 19, 2007

Orhan Pamuk da Cannes'da...

Altın Palmiye jürisi de açıklandı. Orhan Pamuk jüride. Jüri başkanı ise en son The Queen'ini izlediğimiz Stephen Frears.

Maggie CHEUNG (Hong Kong)
Toni COLLETTE (Australya)
Maria DE MEDEIROS (Portekiz)
Sarah POLLEY (Canada)
Marco BELLOCCHIO (Italya)
Orhan PAMUK (Türkiye)
Michel PICCOLI (Fransa)
Abderrahmane SISSAKO (Moritonya)

Afiş de oldukça eğlenceli olmuş. Büyük haline resme tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Bu arada Kim Ki Duk da Breath adlı filmiyle yarışmadaymış. Bir şekilde atlanmış ilk baktığım kaynakta.

Elizabeth, çok yaşa!!!



Cate Blanchett onu ilk tanıdığımız karakterine geri dönüyor. Elizabeth üçlemesinin ikinci filmi "The Golden Age"de yönetmen aynı. İlk filmden Geoffrey Rush yerini koruyor. Ayrıca Clive Owen & Samantha Morton gibi güzellikler var.

Teaser ise görkemli ve umut verici.

Fatih Akın Cannes yolunda...


Cannes Film Festivali'nin programı açıklandı. Yarışma filmleri içinde Fatih Akın'ın yeni filmi de var.
Festival Wong Kar Wai'ın My Bluberry Nights'ıyla açılıp (yarışmaya da dahil bu arada)
Denys Arcand'ın "The Age of Darkness"ıyla kapanacak.

'Yarışma dışı' olarak seçilen filmler:
(Michael Moore) Sicko
(Steven Soderbergh) Ocean's Thirteen
(Michael Winterbottom) A Mighty Heart

Ve Altın Palmiye için yarışacaklar:

(Catherine Breillat) An Old Mistress (Une Vieille Maitresse)
(Christophe Honore) The Love Songs (Les Chansons d'amour)
(Julian Schnabel) The Diving Bell And The Butterfly
(Fatih Akin) Auf der anderen Seite des Lebens
(The Coen Brothers) No Country For Old Men
(David Fincher) Zodiac
(James Gray) We Own The Night
(Naomi Kawase) Mogari No Mori
(Emir Kusturica) Promise Me This
(Lee Chang-Dong) Secret Sunshine
(Cristian Mungiu) 4 Months, 3 Weeks And 2 Days
(Raphael Nadjari) Tehilim
(Carlos Reygadas' Silent Light
(Marjane Satrapi and Vincent Paronnaud) Persepolis
(Ulrich Seidl) Import/Export
(Alexander Sokurov) Alexandra
(Quentin Tarantino) Death Proof
(Bela Tarr) The Man From London
(Gus Van Sant) Paranoid Park
(Andrey Zvyagintsev) The Banishment


ayrıntılı yorumlar sonra... ama acaip bir liste. Çok sağlam yönetmenler var.
Bu arada unutmadan Fatih Akın'a da bol bol şans. Umarım biz de çok gecikmeden izleriz.

Wednesday, April 18, 2007

Halle Berry, Oscar'ını geri ver.

"Bu kadın sinema tarihinde başrolde Oscar kazanmış ilk siyahi aktris olmayı haketmiyor." "Perfect Stranger"ı izlerken işte bunu düşünüp durdum.
Başka şeyler de geçti aklımdan tabii. Bu sefer farklı bir yorum yazayım dedim. İşte filmi izlerken aklımdan geçen diğer düşünceler.

1- Tanrım ne kötü bir giriş. Yok yaw komikmiş. Konu bu mu acaba? Yok değilmiş.
2- Giovanni Ribisi
pek bir klişe oynuyor.
3- Halle nasıl böyle kötü oynamayı beceriyor. Ayrıca arkadaşının giriş sahnesi de biraz garipti.
4- Bruce Willis'in Die Hard öncesinde buna ihtiyacı var mıydı?
5- Halle kötü oynuyor ama hakkını vermek lazım hatun yine pek seksi.
6- Ne kötü açıklama diyalogları.
7- Bu dizideki tek seksi hatun Halle Berry değilmiş. İyi iyi güzel.
8- İşte Willis yine klasik gülüşüne başladı. Bir de az önce karakterin ofiste casus olduğunu anladığı kişiye yaptığı şey çok komikti. Mafya mı sanıyor kendisini?
9- Anladık filmde tek bir şüpheli yok. Niye sürekli gözümüze sokuyorlar.
10- Bu senaryoyu kim yazdıysa...
11- Halle Berry, Ahududu kazandığında bundan sonra senaryoları okuyacağını söylememiş miydi?
12- Giovanni mi daha abartılı oynuyor Halle mi?
13- Şu film bitse sigara içsem.
14- Bu tarihin en kötü 'iş üstünde yakalanma ve bahane bulma' sahnesiydi herhalde.
15- Evet bir twist daha. Sanırım katilin kim olduğunu buldum.
16- Böyle filmleri niye yapıyorlar.
17- Oscar'ını geri alın şu kadının... Yine de hala pek seksi. Bu filmde hiç soyunmadı ama.
18- Bir twist daha. Bu tuzağa düşeceğimizi mi düşünüyorlar.
19- Bu film baya bir ahududu adaylığı alır.
20- İyi ki gösterdiniz. Biz anlamamıştık çünkü.
21- Daha kaç tane şüpheli şahıs çıkarmayı planlıyorlar acaba?
22- Bruce Willis'in asistanını oynayan hatun da baya sağlammış.
23- Nasıl zaman dolduracaklarını iyi biliyorlar.
24- Bruce Willis'in karısını oynayan hatun da baya sağlammış.
25- Öffffff..... hadi kardeşim sadede gel.
26- Nihayet son twist. Peki ya katil? Ulan bu mu? Kardeşim bu öyküyü yazmak için çok uğraştınız mı?
27- Hayatımda gördüğüm en kötü çekilmiş ve kurgulanmış itiraf bölümlerinden.
28- Ha ha ha... herhalde seyircinin şok içinde salondan ayrılacağını falan düşünüyorlar. Çok beklersiniz.

Not: 1/5

Tuesday, April 17, 2007

Passione



Ferzan Özpetek'in son filmi "Bir Ömür Yetmez"in orjinal şarkısı. Neffa (aynı zamanda filmin orjinal müziklerini de yapıyor) eski moda ama insanı iyi hissettiren bir şarkı yapmış. Ben şarkının hastası oldum. Klipte buna filmin şirin kadrosu da eşlik ediyor.

Monday, April 16, 2007

Festival Günlüğü - Son Rapor

Bu festivali de tükettik. Daha öncesinde programdaki baya bir filmi görmüş olduğum için bu sefer oldukça radikal ve zengin bir seçim yapmıştım. Genel olarak memnun kaldığımı söyleyebilirim.
Bu senenin en önemli yanı şüphesiz katılan sanatçılardı. Festival her sene bu konuda kendisini aşıyor gibi gözüküyor. Program olabildiği kadar dikkatlice hazırlanmış ve iyi bir şekilde düzenlenmiş bir seçkiydi. Geçen senerler kadar renkli bir program yoktu elbette ama bunun bu seneki filmlerle ilgisi var daha çok. Yani seçici komiteye suç atmak anlamsız olur.

Organizasyon yönünde söylenecek çok birşey yok ama
Yeni Melek en büyük faciaydı şüphesiz. Ufak tefek şikayetler de olabilir: mesela reklamların bu seneki sürelerinin 5 dk. falan fazla oluşu can sıkmadı değil. Festivalin en tatsız yanlarından birisi de şüphesiz sokağa açılamayan Han Cafe'ydi. (O Virgin Records inşaatı mümkünse hemen bitsin)

Geçen sene
Hülya Uçansu ayrıldıktan sonra herkesin kafasında soru işaret vardı ama herhalde Azize Tan festival geleneğini yetkin biçimde sürdürebileceğini kanıtlamış oldu.

Ödüllerle devam edelim. Oynadığı seanslar uygun olmadığı için
Tekrar'ı (Reprise) izleyememiştim ama oldukça iyi şeyler de duymuştum. Maalesef bugün de izleyemedim o yüzden üzerine bir yorum yapamayacağım.
Delicesine'nin 2.lik ödülü almış olması yine de jürinin zevkinden şüphe duymama neden oldu. Yani en iyimser şekilde baksak bile film sadece 'iyi' olabilir. "Ağlama Sanatı"nı en azından FIPRESCI jürisinin unutmamış olması güzel.

Uluslararası Yarışma
Altın Lale: Tekrar
Altın Lale Jüri Özel Ödülü: Delicesine
FIPRESCI Ödülü: Ağlama Sanatı

Türk filmlerine geçersek herhalde "Kader"in karşısında "İklimler" çok ezildi bu sefer ona verelim diye düşündüler. Yine de olayın 3 film arasında geçeceği daha en baştan belliydi. Özgü Namal, "Mutluluk"la alır diye umuyordum ama Beynelmilel'i seyretmedim en azından oyuncunun hakkı yenmemiş oldu. Erkek oyuncuda ödülü paylaştırmalarına yalan söylemeyeyim üzüldüm. Erkan Can, Antalya'dan beri bütün ödülleri parselledi ve sürekli olarak Ufuk Bayraktar'ın hakkı yenmişti. Keşke Bayraktar tek başına alsaydı ödülü.

Ulusal Yarışma
En İyi Film: İklimler
En İyi Yönetmen: Zeki Demirkubuz (Kader)
En İyi Kadın Oyuncu: Özgü Namal (Beynelmilel)
En İyi Erkek Oyuncu: Erkan Can (Takva) Ufuk Bayraktar (Kader)
Jüri Özel Ödülü: Beynelmilel
FIBRESCI Ödülü: Kader

Yarım Ay'ı ve Bamako'yu izlemediğim için birşey diyemeyeceğim ama "İnsan Hakları" bölümünde gerçekten çok sağlam filmler vardı. Onları geçtiğine göre Bamako'nun da baya sağlam olmasını beklemek hakkım diye düşünüyorum.

Radikal Halk Ödülü
Uluslararası Yarışmada En İyi Film: Yarım Ay
Ulusal Yarışmada En İyi Film: İklimler

Avrupa Konseyi Sinema Ödülü
En İyi Film: Bamako

Festival Günlüğü - Kapanış.


Festivale son nokta baya sağlamdı. Venedik ve Toronto ödüllü Khadak (Suyun Rengi) oldukça özel bir film. Her ne kadar çok beğendiysem de sadece sınırlı bir kitleye tavsiye ederim. Zira bu film aslında "Dünya Festivallerinden"de değil, "Mayınlı Bölge"de olmalıymış. Sanırım Tsai Ming-liang'da bile salonu terkeden seyirci bu kadar değildi. Dediğim gibi çok özel bir film bu. Moğolistan göçerlerinin karşılaştığı sorunları, insanın doğadan koparılıp endüstrileşmeye doğru yönlendirilmesi ve beraberinde gelen tepkiler son derece yaratıcı bir üslupla anlatılıyordu. Filmin eşsiz bir görselliği var aynı zamanda. Yöresel mitolojiden fazlaca yararlanan filmde Şamanizm ve Budizm etkileri oldukça baskın. Özellikle baş karakterin hastalığı ile ilgili yaratılan çatışma bu anlamda çok sağlam. İlerledikçe kaynak olarak kullandığı mitolojisini perdeye layığıyla taşıyan farklı evrenlerde hatta çoğu zaman sürreel boyuta ulaşan "Khadak" güçlü mizansenleri ve etkileyici senaryosuyla festivalin en sağlam ve eminim kült bir hayran grubu oluşturacak çalışmasıydı. Son bir kez belirteyim klasik öykü anlatımı dışına çıkamıyorsanız bu filmden uzak durun.
4,5/5

Sunday, April 15, 2007

Festival Günlüğü: Gecikmiş Gus Van Sant raporu

Bu sene şanslı bir kitle Gus Van Sant'e hayranlıklarını ikiye katladılar. Amerika'nın en önemli ve belli bir noktada kalmayan yönetmeni Boğaziçi Üniversitesi'ndeki master class'ta genel anlamda sinema macerasından bahsetti. Sanatla ilk tanışması bunun ardından ilk film yapma denemelerini bizimle paylaştı. Neredeyse her filminden ayrıntılı biçimde bahsedildi. Drugstore Cowboy da konuşuldu Psycho da. Gerry'nin veya Good Will Hunting'in üzerinden eşdeğer oranlarda bahsedildi. Herşeyden önce şunu söylemek uygun olacaktır Gus Van Sant ister ana akım olsun ister sapına kadar kişisel her yaptığına sahip çıkan birisi. Bu sırada çektiği bazı kısaları ve klipleri de gösterdi. Elbette büyük ihtimalle önümüzdeki ay Cannes'da yarışacak olan (sorduğumda henüz kendisinin de yarışıp yarışmayacağını bilmediğini söyledi) Paranoid Park'tan ufak bir sahne gösterdi. Şu kadarını söyleyeyim filmde oldukça farklı bir müzik kullanımı bizi bekleyecek.
2 saati geçen master class'ın ardından sahneden inen Gus Van Sant bu sefer salonun içinde öğrencilerin sorularını teker teker cevapladı. Fotoğraflar çekildi, kitapları, albümleri ya da DVD'leri imzalatıldı. Ardından Mithat Alam Film Merkezi'nde bir nevi Altyazı'yla söyleşi modunda ama çok daha relax bir muhabbete daldı. Aklımıza gelen herşeyi sorduk ve o da son derece ciddiye alıp çok hoş bir sohbet çıkardı. Sonra da acıktığı için 22.00 sularında Levent Namlı'ya gidildi ve orada da gece 12'ye kadar sohbet edildi.
Cannes'da yaşananlar, diğer yönetmenlerle ve sinemalarıyla ilgili görüşleri, filmlerindeki tercihler ve kamera arkası bilgileri vs. vs. deli gibi şanslı hissettiğim bir akşamdı. Ama herşeyden önce bağımsız olma ruhunun nasıl bir şey olduğunu gördüm. Gus Van Sant her şeyden ilham kapmayı beceren bu anlamda algıları son derece açık ve bunu da biçimsel arayışlarına mükemmel bir şekilde yediren birisi. O mütevazılığı ise her şeyi çok daha özel yapıyor.

Festival Günlüğü - Yalnız yatmak istemiyorum

Tsai Ming-liang, İstanbul'daydı. Kendisinin de büyük hayranı olan Reha Erdem'le beraber Aksanat'ta bir panelde karşılaştılar. Mithat Alam'ın moderatörlüğünü yaptığı organizasyon müthiş keyifli ve eğlenceliydi. Yönetmenin sinemasını izlemekten çok okumuşluğum vardır. Şu ana kadar sadece iki filmin seyrettim ve daha başyapıt statüsündekilerini görmememe rağmen adamın sinema dilinden etkilenenler arasında ben de varım şüphesiz. Reha Erdem, biraz da Gus Van Sant'in master class'ındaki gibi birşey yaparak olayı Tsai Ming-liang'ın sinema serüveni üzerinden yürüttü. Yönetmenin büyükanne ve büyük babası tarafından sinemayla tanıştırıldığını ve ilk izlediği Uzak Doğu'dan olmayan film Fassbinder'in "Ali: Fear Eats the Soul"la (süper bir filmdir) birlikte sinema görüşünün şekillenmeye başladığını belirtti. Bunun dışında Bresson & Truffaut'dan bahsedildi. Genelde son derece sempatik ve mütevazı bir şekilde sohbeti sürdürdü.
Reha Erdem ise her fırsatta yönetmenin yanında kendisinin önemsiz olduğundan bahsedip durdu. (Daha doğrusu henüz o noktaya gelmediğinden) Henüz yolun başında olduğu doğru ama Erdem ve Ming-liang hislerin sinemasının nasıl yapılabildiğini bize gösteren çok iyi birer örnek. Açıkçası ikisini bir arada fikirlerini paylaşırken görmek çok güzeldi.

Yaklaşık 2,5 saat süren panelin ardından bu sefer Tsai Ming-liang'ın son filmi "I don't Want to Sleep Alone"unu seyrettik. Malezya'lı yönetmenin ülkesinde çektiği (ve orada 30 dk.sı sansürlenen) ilk filmi Mithat Alam'ın her fırsatta yönetmenin sinemasını tarif ederken kullandığı 'medidatif' sözcüğüne uygundu. Şehrin arka sokaklarında ve yıkıntılarında yalnız, birbirine tutunanların sinemasıydı bu. Yönetmenin alter-ego'su olarak kabul gören Kang-sheng Lee (ilk fotoda yönetmenin yanında... o da İstanbul'daydı) bu sefer Malezya sokaklarında, bir hasta yatağında kendisine bağlanan ve kendisinin bağlandığı insanlar arasında gidiyordu. Son sahneyle birlikte gözleri dolduran "I don't Want to Sleep Alone" yönetmenin her filmi gibi hakkında birşey bilmiyorsanız bodoslama atlamamanız gereken ama kendinizi bıraktığınız takdirde müthiş keyif alabileceğiniz bir film.
I don't Want to Sleep Alone - 4/5

Festival Günlüğü - Son Filmler...

Karaula (Sınır Karakolu)
İnsan Hakları bölümünün sağlam filmlerinden birisi de "Sınır Karakolu"ydu. Parçalara ayrılmamış bir Yugoslavya'da geçen filmin yönetmeni Rajko Grlic, oldukça hoş fikirlerden oluşan son derece eğlenceli bir filme imza atmış. Arnavutluk sınırındaki askerlerin yaşadığı olağan dışı bir üç hafta üzerinden ülkenin o anki durumundan, ordunun işleyişine kadar pek çok konuda hoş görseller sağlayan ama içindeki hümanizmayı da bir an bile yitirmeyen bir filmdi. Maalesef sonlara doğru baş gösteren 'şöyle etkileyici bir son yapayım' durumları filmin genel samimiyetine uygun değildi diye düşünüyorum. Ama öyle ya da böyle "Sınır Karakolu" kolay karşılaşamayacağınız zeki komedilerden birisiydi. Bölgeden son yıllarda bence çıkan en iyi filmlerden de birisiydi.
4/5

I Served the King of England (İngiltere Kralına Hizmet Ettim)
"Yıllara Meydan Okuyanlar" bölümü bu senenin en büyük hayal kırıklığı yaratan bölümüydü herhalde. Ben sadece 2 film izledim ama genel olarak o bölümde yer alan filmlerden memnun kalanların sayısı azdı. En çok Otar Iosseliani'nin filmi hakkında iyi şeyler söyleniyordu ama ben yönetmenin mizah anlayışını sevmediğimden o filme gitmeye kalkışmadım. Jiri Menzel'in "İngiltere Kralı'na..."i için ise salona girmeden önce pek iyi şeyler duymadım. Belki de beklentilerimi düşürdüğüm için film benim gayet hoşuma gitti. Menzel'in izlediğim ilk filmi bu ama tavrını ve kabul edelim eski moda sinema anlayışını yine de taşıyabildiğini düşünüyorum. En azından bunu öyküye son derece etkin biçimde yedirebilmiş. Çek'lerin tarihini bir karakter üzerinden ve onun öyküsüne yedirerek anlatan film çok hoş vakit geçirtiyor. Film hakkında olumlu düşünen birtek ben de değilim. Tüm salonun çok eğlendiğini, bol bol güldüğünü ve filmin bitişinde de alkışlandığını belirteyim.
3/5

Saturday, April 14, 2007

Festival Günlüğü - Yeni Melek rezaleti...

Festivalde herhalde herkesin anlaştığı tek konu. Ben salona güvenmediğim için o kadar da cesur darvanmamıştım bilet alırken. Bir de şansımıza yerlerimiz salondaki sayılı güzel yerlerdendi. IKSV böyle anlamsız birşeye nasıl kalkıştı hala anlamakta güçlü çekiyorum. Acaba Festival yöneticileri "Burada film nasıl gösterilir? İyi olur mu?" diye bir kere bile düşündüler mi?

Yeni Melek'in IKSV'ye ait olduğunu duydum. Bu da önümüzdeki senelerde de buraya katlanacağız demek oluyor. (Ki bu sene kasıtlı olarak baya önemli filmi Yeni Melek'e göre tasarlamışlardı çok belli.) Açıkçası şunu söyleyeyim, salonun iyileştirildiğine dair bir açıklama yapılmadığı takdirde ben isterlerse Dünya'nın en mükemmel ve merak ettiğimiz filmlerini bu salona yerleştirsinler yine de bu salondan bilet almayacağım. Korsan VCD'de izlerim daha rahat ederim.

Salonun tonlarca sorunu var.
Herşeyden önce perde sinemaya göre düzgün ayarlanmamış. Ekran formatı doğru ayarlanmadığı için bazı filmlerde alenen mikrofonları seyrediyoruz. (Bugün Delirious'ta olduğu gibi.) Ayrıca ekran formatı ayarlanmadığı için bazı filmlerin altyazı nedeniyle üstlerden bir kısımlarının da kesildiğini duydum.
Oturma düzeni korkunç. Balkona hiç çıkmadım ama insanlardan koltukların üzerine çıkıp seyretmek zorunda kaldıklarını duydum. Aşağıda da bir kafa sorunu mevcut. Beyoğlu Sineması ile aynı şekilde bir görme problemi var.
Bunun yanında koltukların aralıkları gördüğüm en dengesiz düzende. 1-2 sıra dışında hangi koltuğa oturursanız oturun deli gibi sıkışmak zorunda kalıyorsunuz.

IKSV bu sorumsuzluğunun umarım farkındadır ve düzeltmek için birşeyler yapar. Bu haliyle orada filme sakın gitmeyin ve iyileştirme çalışması yapılmazsa da o salonu boykot edin. Ki bu önümüzdeki sene olacaktır. Çünkü herkes salondan şikayetçi.

Festival Günlüğü - Yeter ki babam mutlu olsun.


The Art of Crying (Ağlama Sanatı)
Yarışma bölümünün en iyilerinden birisiydi kesinlikle. Çok hassas ve ciddi konuları oldukça olgun bir şekilde mizahı da yedirerek anlatması şüphesiz filmin en büyük meziyeti. Kuzey Avrupa filmlerinin o kendine has sıcaklığı bu filmde de vardı. Karakterler tamamen yerine oturuyor ve durumlar oldukça yeterli bir şekilde anlatılıyordu. Bu filmi izlerken bir an tüyleriniz diken diken olup hemen ardından da kahkahayı basabilirsiniz. Öyle yaratıcı ve öyle ilginç bir film. Üstelik öykünün gidişi de kesinlikle kurallarla sınırlandırmamış ve bir sonraki sahnede ne olduğunu çözemiyordunuz. Bu festivalin en büyük keşiflerinden birisi yönetmen Peter Schonau Fog'un daha ilk filmi olması ise ayrı bir güzellik katıyor. Kesinlikle çok başarılıydı. Altın Lale olmasa bile seyirci ödülünü alma olasılığı yüksek.


Lady Chatterley
D.H. Lawrence'ın bu kitabını okumamıştım. Hatta birkaç farklı versiyonu olduğunu bile bilmiyordum. Neyse yarışma bölümünde "Ağlama Sanatı"nı ikinci sıraya atma nedenim bu filmdir. Kesinlikle olağanüstüydü. 3 saate yaklaşan süresine rağmen resmen beni kendisine esir etti. Aristokrat Bayan Chatterley'nin kendisi için çalışan bir avcıyla yaşadığı yasak aşk çok iyi, açık ve cesur bir dille anlatılmış. İlişkinin her aşaması gayet net bir şekilde ortada ve kadın yönetmen Pascale Ferran ana karakterlerin ruhlarını ve olayın o naifliğini mükemmel bir şekilde yakalamış. Aslında içerik olarak özellikle "Ağlama Sanatı"nın yanında yenilikçi değil aksine klasik bir tavrı var. Ama bir filmin çok iyi olması için ille de çok yeni şeyler anlatmasına gerek yok. (Yine de düz bir uyarlama olduğunu söylemek yanlış olur. Aralardaki yazılar ve üstsesler akıllıcaydı. Hele bir mektup sahnesi vardı ki direk François Truffaut gibiydi) Mükemmel. (Bu arada jüriden birkaç kişi film boyunca dışarı çıkıp tekrar girdiler. Bu da ödül için iyi bir işaret değil) Bu arada başroldeki Marina Hands olağanüstü bir performans sergiliyor.


Delirious (Delicesine)
Yarışma bölümünün bir başka gözdesi Tom DiCillo'nun filmi bende hafif bir hayal kırıklığı yarattı. İlk başta gayet birşeyler vaat eden yapısına rağmen bir süre sonra hiç de çekici olmayan klasik yollara girmesinden memnun kalmadım. Film kesinlikle çok eğlendiriyordu. Steve Buscemi paparazzi olmayı bir türlü kabullenemeyen Les karakteriyle çok iyiydi. Ama bence filmin yıldızı Michael Pitt'di. Bu adamda gerçekten iş var. Evsiz Toby rolünde kusursuz bir iş çıkarmış. Ama dediğim gibi özellikle filmin ikinci yarısı geçmek bilmedi benim için. Yalnız filmi sevenlerin de çok olduğunu biliyorum. Seyirci ödülünü alma şansı var. Maalesef jüriyle aynı seansta izlemediğim için asıl havayı bilmiyorum. Ama ödül falan alırsa hakettiğini düşünmüyorum.



La Stelle Che Non C'é (Kayıp Yıldız)
Önceki filmi "Le Chiavi di Casa"yı da festivalde yarışırken izlediğimiz Gianni Amelio'nun yeni filmi bir nevi "Lost in Translation"ın Çin şubesi gibi. Ancak çok farklı ve filmlerde görmeye alışmadığımız derecede mekanik bir neden söz konusu. Film hakkında çok iyi şeyler duymamıştım ama ben bu filmden gayet memnun kaldım. Bir kere normalde yerden yere vuracağımız bir durum söz konusu. Ana karakter hakkında neredeyse hiç birşey bilmiyoruz. Ama bu durum başka filmlerde olduğu kadar rahatsız edici değil, çünkü bu bir anlamda karakterin de özelliği olup çıkıyor ve işi daha da ilginç kılıyor. Filmin en büyük handikapı arada Çin'de sergilediği manzaralarda didaktikliğin suyunu çıkarmaya yakınlaşması. Mesela "Durgun Yaşam"ın yarattığı içten tabloları burada göremedik. Onun dışında benzettiğim "Lost in Translation" kadar samimi ve etkileyici. Ayrıca başroldeki Sergio Castellitto'nun performansından da özel olarak bahsetmek isterim.

The Art of Crying (Ağlama Sanatı) - 4,5/5
Lady Chatterley - 4,5/5
Delirious (Delicesine) - 2,5/5
La Stelle Che Non C'é (Kayıp Yıldız) - 3/5

Tuesday, April 10, 2007

Festival günlüğü - "Liberté, Egalité, Fraternité!"

Indigénes (İsimsiz Kahramanlar)
İngilizce adı "Days of Glory" olan bu filme haddinden fazlaca bayıldım. İnsan hakları bölümünde gösterilen film aynı zamanda Cezayir'i temsilen bu sene "Yabancı Film" kategorisinde Oscar'a aday olmuş, geçen seneki Cannes Film Festivali'nde de ana oyuncu kadrosunun tamamına birden 'en iyi aktör' ödülü kazandırmıştı. II. Dünya Savaşı sırasında Fransa'nın sömürgelerinden topladığı, ve Fransızların 'marsık' dediği bir avuç askerin hem düşmanlarla hem de Fransız önyargısıyla savaştığı film. Bir savaş draması olarak son derece gerçekçi ve etkileyici. Ana karakterlerin tamamının oldukça empatik & sempatik olmaları ile birlikte filmin büyük bir avantajı Fransızlara da aşırı bir biçimde saldırmıyor olması. Bu hem karakterlerin durumunu güçlendiriyor hem de filmi daha etkileyici kılıyor. Gayet ana akım olmasına rağmen son derece etkileyici olmayı başaran film, bugün gösterildiği seansta seyirci tarafından alkış aldı ve benim gibi pek çok kişinin de gözlerinin dolması, hatta doğruyu söyleyeyim, ağlamasına neden oldu. Her yönden sinefilin beğenebileceğin bir çalışma. Bu saatten sonra vizyona girer mi bilmiyorum ama bulup izlemeye çalışın derim ben.

L'Héritage (Miras)
Bu sene ilk filmi 13 (Tzameti) ile izlediğimiz Gürcü yönetmen Gela Babluani, bu sefer usta sinemacı, babası Temur Babluani ile birlikte kamera arkasına geçmiş ve kendisini Gürcistan dağlarına atmış. Miras'ın belirli bir zevk verdiğini inkar edemem. Oldukça güçlü ve hoş bir fikirden yola çıkan film maalesef bu fikri kanlı canlı bir filme dönüştüremiyor. Özellikle sonundaki o duruşundan oldukça etkilendim. Gerçi Babluani'ler gayet de kısa bir film (76 dk.) yapmışlar ama yine de filmin bize verdikleri ile karşılaştırınca bu bile uzun kaçıyor. Diğer yandan ise şunu belirteyim, filmin kendine has, belki biraz Rus sinemasına kayan mütevazı anlatımı şüphesiz ki bir artı. Kesinlikle izlediğim için çok memnunum ama keşke daha da bir şeyler görebilseydik.

Summer Palace (Yaz Sarayı)
Geçtiğimiz sene Cannes'da Altın Palmiye için yarışan "Yaz Sarayı", bizim bildiğimiz 68 kuşağı olaylarının Çin'de aslen 80'lerde yer aldığını gösteriyor bir bakıma. Bu oldukça ilginç bir tablo tabii ki. Son zamanlarda iyice kabak çekirdeği gibi açılan Çin'in bu sürece başlarkenki sancıları ve bu sırada üniversitede okuyan kahramanlarımız arasında geçen romantik (ve ciddi dozajda cinsellik) öyküleri filmin ana ekseninde yer alıyor. Oldukça iyi performanslar sergileyen oyuncular bize özellikle merkezde yer alan karakterleri başarıyla aktarıyor. Açıkçası filmin ilk yarım saatinde çıksam mı diye düşünmeme rağmen sonrasında özellikle de ikinci bölümde öykünün aldığı hal benim hoşuma gitti. Bir şekilde bu karakterlerin hayatları boyunca yaşadıkları hezimetleri hoş bir melodramatik yapıyla sunuyordu yönetmen. Özellikle son kısımlarını ise ayrıca etkili bulduğumu söylemem gerek. Asya sinemasından hoşlananlara tavsiye edebilirim sadece. (Bu arada seks sahnelerini aşırı fazlalıkta olduğu konusunda da uyarayım)

Dry Season (Kurak Mevsim)
"Kurak Mevsim" oldukça güçlü bir film. Afrika'dan çıkmış olması zaten onu ayrı bir yere koyuyor. Zira o bölgeden çıkma filmlere pek rastlamıyoruz. Geçtiğimiz yıllarda çok beğenilen Ousmane Sembene'nin Moolade'sinden sonra bu sefer daha genç bir yönetmenden daha kompakt ve kesinlikle çok da simgesel bir öykü izledik. Senaryo bağlamında baktığımızda (ve bunların sembolik yanlarını gözden kaçırdığımızda) filmin ciddi tıkanma problemleri var aslında. Bu anlamda bence Miras'ı hatırlatıyor. Hoş bir fikir, iyi göndermeler var ama uzun metrajlı bir film olarak da aksayabiliyor. Yine de etkileyici bir görsellik ve kesinlikle hoş oyuncu performanslarıyla "Kurak Mevsim" Fransız sömürgesinden çıktıktan sonra iç savaşla daha da fazla yaralar açılmış bir ülkenin bireylere indirgenmiş halde bir öyküsünü izliyoruz bir bakıma. Farklı sinema dili görmek isteyenlere tavsiye edilir.

Indigénes (İsimsiz Kahramanlar) - 4,5/5
Summer Palace (Yaz Sarayı) - 3,5/5
L'Héritage (Miras) Dry Season (Kurak Mevsim) - 3/5
Dry Season (Kurak Mevsim) - 3,5/5

Kısa Kısa...

Festival dışı birkaç yorum.
  • "Friday Night Lights" yine pek enfesti. Bu hafta Amerika'da sezon finali yayınlanıyor. Umarım Emmy'lerde başarı elde edecek ve yine umarım seneye düzgün bir kanal bu diziyi alır.
  • TV tarihinde bir dönem kapanıyor. "The Sopranos"un son 9 bölümü yayınlanmaya başlandı bu Pazar. Cidden yılın olayı bu final bölümler olacak. cnbc-e ise önümüzdeki hafta 4. sezon finalini yayınlayacakmış. 75 dk.lık o mükemmel bölümü mutlaka izleyin. Enfes bir oyunculuk gösterisi var.
  • "Lost"a nazar değmesin derken bu hafta son derece heyecanlı olmasına rağmen gayet gereksiz ve vakit kaybı olan bir bölüm vardı. Sawyer'ın kısmı ne gereksiz, ne saçma ve klişeydi. Kate & Juliet arasındaki catfight hoştu ama yani sırf bu fanteziyi gerçekleştirmek için de koca bir bölümü heba etmenin mantığı nedir anlayamadım.
  • Bu filmle ilgili blogda yazmayı nasıl atlamışım bilmiyorum ama Berlin, Altın Ayı ödüllü "Grbavica: Esma'nın Sırrı" sessiz sakin bir şekilde tonlarca filmin arasında vizyona girdi. Mutlaka görün. Hiçbir aşırılığa kaçmadan Bosna Hersek'te yaşananları çok samimi, etkileyici ve elbette can yakıcı bir üslupla anlatıyor. İnci gibi performanslar ve şık bir senaryosu var. Mümkünse de hakkında hiçbir şey okumadan gidin filme. Ben kimsenin bu film hakkında kötü birşey söyleyebileceğini sanmıyorum.
  • "The West Wing"le ilgili o kadar safsata yapmıştım ama gerizekalı Business Channel, 5. sezondan itibaren yayınlamaya başlamış. Tavsiyemi ciddiye alanlar olduysa özür. Ama yine de vaktiniz varsa izleyin. :)
  • Festival sırasında arada kaynamış. "Band from TV" haberinin yorumlarına Zapotka bir link bırakmış. Sizin de gözünüzden kaçtıysa buyrun, "Band from TV"nin video görüntüleri. TIKLAYIN

Monday, April 09, 2007

Festival Günlüğü - Müzik bitti!

El Violin (Keman)
Bugün "Prag"la arasında çok kararsız kalmıştım ama "Keman" ciddi anlamda eleştirmenlerden baya bir övgü toplamıştı. O yüzden tercihimi bundan yana kullandım. Sürpriz isimler de vardı seansta. Tarık Akan, Rutkay Aziz gibi isimler 'insan hakları' bölümünün bu gözde filmi için oradaydılar ve salon ilginç bir şekilde o sırada iş yerinde olması gereken tipte insanlarla doluydu. Neyse dedikodu kısmını bir kenara bırakalım ve filme dönelim. Herşeyden önce "Keman", zaman ve mekan belirtmeden oldukça evrensel ve aslında kökenleri de mitik öykülere benzeyen bir film. Film bu çok basit öykü yapısını gerçekçi ve etkileyici sinematik anlatım tercihleri ve şüphesiz başrol oyuncusu Don Angel Tavira'nın performansı ile birlikte birleştirince ortaya son derece güçlü bir çalışma ortaya çıkıyor. Açıkçası filmin başındaki motivasyonsuz işkence sahneleriyle fazlasıyla didaktik bir gerilla filmi seyredeceğimizi sandım. Ama filmin aslen başlamasıyla birlikte hiçbir şeyi göze sokmadan ve abartmadan öyküsünü anlatan cidden sağlam bir filmle karşılaştım. Bu arada filmin kopyası Türkçe altyazılıydı. Yüksek ihtimal vizyona girecek.

King and the Clown (Kral ve Soytarı)
Nihayet Uluslararası yarışma filmlerine de geçiş yapabildim. Altın Lale için yarışan "King and the Clown" aynı zamanda Güney Kore'nin Oscar'lara yolladığı film. Ama bence gayet hödük olmaya yakın bir film. Filmde oyuncular ve yönetim arasında kurularn gerilim gayet hoş. (Ki aslında çok da yabancı olduğumuz birşey değil.) Bizdeki Hacivat & Karagöz konseptinden biraz daha farklı olarak aslen sivri dil burada asıl sorun gibi gözükse de aslen film tutku üzerine yoğunlaşıyor. Yoğun bir eşcinsel tema olmasına rağmen bunu basit biçimde sunmak yerine ortaya bir belirsizlik atmış durumda film. (Tıpkı arzu nesnesi olan karakter Gong-gil'in 'ne' olduğunun arada sorgulanması gibi) Bu yönlerden film cidden hoştu. Ayrıca resim sizi yanıltmasın oldukça renkli kostüm ve set tasarımları olmasına rağmen bunlar gayet dozunda ve filme hizmet eder nitelikte kullanılmıştı. Yani gösteriş yapalım diye işin cılkını çıkarmamışlardı. Ancak film aslen Shakespeare'vari yapısını bence çok etkili kullanamıyordu. Yani çok klişe, ve zaman zaman aşırı melodramatik öykülerin daha güçlü sunulması gerekirken film bunlarla sizi etkilemeyi başaramıyor. Özellikle sonlardaki artık iyice 'gözünüze gözünüze sokarak anlatıyoruz ey seyirci' tripleri ve o aşırı tekrarlar can sıkıyordu. Film kesinlikle eğlenceli ve izlenmelik. Ama Altın Lale'yi bence haketmiyor.

Keman - 4,5/5
Kral ve Soytarı - 2,5/5

Saturday, April 07, 2007

Festival Günlüğü - Aklımdan geçen son kişi sen olacaksın.

Paolo Sorrentino ileride çok önemli yönetmenlerden olacak orası kesin. Üstelik İtalya'dan son dönemde çıkan en yaratıcı tarza sahip olan tek yönetmen belki de. Cuma günkü Emek seansında filmi izleyen zavallılardan birisi de bendim. Zira son 5 dk.da altyazı sisteminde oluşan arıza sebebiyle bütün film boyunca felsefe yapan Altın Kalpli Geremie'nin filme nokta koyan laflarını da anlayamadık. (Filmin kendi altyazısı maalesef Fransızca'ydı...) O yüzden bu filmi izlemek farz. Ama şu kadarını söyleyeyim filmin daha ortalarında zaten bu kararı almıştım. "Consequences of Love"la son yılların en yaratıcı işlerinden birisine imza atan Sorrentino bu üçüncü filminde hem her yönüyle aynı hem de oldukça farklı bir sinema yapıyor. Bu sefer soğukluk, aşırı bir sıcaklığa dönüşmüş. Yine garip ama daha bir İtalyan karakterlerle zaman zaman bir Fellini bazen de bir Coen Kardeşler filminde hissediyorsunuz kendinizi. Ortada dönen çok fazla dolap olmamasına karşın bunların aşırı bir stilizasyonla sunulması beni biraz rahatsız etti açıkçası. Bir de "Consequences..."da artı bir puan sağlayan dinamiklik ve az önce bahsettiğim aşırı estetik planlar burada filmin karakterlerine olması gerektiği gibi yansımıyor gibi gözüküyor. Sonuçta burada İsviçre'de sürgünde olan bir yalnız adam yok. Burada (her ne kadar yalnızlığı yine yaşasa da) çok daha girişken bir karakter ve küçük İtalyan bir kasaba söz konusu.
Yine de Sorrentino'nun para, hırsızlık, yalnızlık ve sevgiye muhtaçlık gibi temalarından vazgeçemeyeceğini anlıyor gibiyiz.
Dediğim gibi filmi tekrar seyretmek istiyorum. Her ne kadar rahatsız etse de bu filmi biraz daha iyi sindirmek (ve son 5 dk.sını da anlamak) lazım.
L'Amico di Famiglia'nın (Aile Dostu) iki seansı daha var. Eğer "Consequences of Love"ı hali hazırda keşfetmiş şanslılardansanız bu filmi de mutlaka izleyin.

2,5/5

Friday, April 06, 2007

Festival Günlüğü - Büyükannenin dişleri

Feci bir program vardı dün. 4 film arka arkaya. Şansımıza da hepsi baya iyi filmlerdi. Üstelik Chan-Wook Park'ı da yine görmüş olduk. Neyse fazla gevezelik yapmadan filmlere geçeyim.


Den Brysomme Mannen (Sorun Yaratan Adam)
Bana kalırsa bu film, 'herkes kendi istediği şeyi anlasın' tarzı filmlerdendi. Oturup tartışacak çok vaktimiz olmadı. Ama zaten "Sorun Yaratan Adam" işin gerçekçi, nesnel yanlarıyla çok ilgilenmeden büyük ihtimalle kendi ülkesi Norveç'in geldiği hallerle ilgili bir eleştiri yapıyordu. İnsanların tekdüzeleşmesi ve ilgi gösterdikleri alanların boşluğu üzerine çok etkileyici yan öykücükler ve anlar içeriyordu. Filmi ben daha çok 'doğal' olana karşı yaşanan özlem olarak görme taraftarıyım. Şimdi bunu okuyanlar "aman entel dantel bir filmmiş bu" demesinler. Çünkü film çok eğlenceli. Şahsen Yeni Melek'in diz öldüren koltuklarında oturmasam ve tam yanımda da resmen bir psycho'yla birlikte izlemek zorunda kalmasaydım eminim filmden çok daha fazla zevk alabilirdim. Yine de şu kadarını söyleyeyim "Sorun Yaratan Adam" gerçekten herkesin farklı birşeyler bulabileceği, ama bu görüşlerin de illa ki birbiriyle yakın olmak zorunda olacağı, bir film. Aynı zamanda çok da eğlenceli ana karakter Andreas'ın başına gelenler zaman zaman ciddi kahkahalar atmanızı sağlıyor. Özellikle sonu fazlasıyla yoruma açık ama ben biraz da filmin bu açıklamacı olmayan tavrını sevdim sanırım.


I'm a Cyborg, But That's OK (Ben bir Robotum ama değil)
Chan-wook Park'tan bu kadar samimi ama herşeyden önce bu kadar naif bir film geleceğini söyleseler inanmazdım. Söyleşisinde ipuçlarını vermişti ama bu kadarını beklemiyorum. Özellikle Uzak Doğu'nun romantik komedilerini biliyorsanız, genel tavrın da nasıl bir şey olacağını tahmin edebilirsiniz. Ama "I'm a Cyborg..." onların da üstünde tam anlamıyla bir deli işi olup çıkıyor. İki ana karakter başta olmak üzere pek çok yan karakterle de kurulan empati olağanüstü. Ve her bir ayrı tiplemeye özel vakit ayırması onları çok daha eğlenceli kılıyor. Zaman zaman gözleriniz doluyor, çoğunlukla kahkahalar atıyorsunuz ama işin sonunda mutlu bir şekilde salondan ayrılıyorsunuz. "Eternal Sunshine..."a günümüzün serseri aşıkları diyenlere her seferinde bir alternatif çıkarmayı severim. İşte bu film de bence o alternatifler arasında.
Park'ın o mizahi naif duygusu tüm filmi sarıyor ama filmin belki tek bir (görmezden gelinebilecek) bir sorunu var. Biraz uzun hissettiriyor kendisini. Bu öykünün uzamasından kaynaklanmıyor. Park sonlara doğru çeşitli çözüm anlarını öyle bir dinamizmle sunuyor ki, öykünün bitmemiş olmasına rağmen o an film bitse 'tamam oldu' diyebileceğiniz anlar bunlar. O yüzden belki de son sekans gereksiz gibi gelebiliyor. Ama filmin tümüne uygun o çok etkileyici son sahneyi görmek herşeye bedel.
Özellikle Uzak Doğu'dan çıkma deli işi aşk öykülerini sevenlerin kaçırmaması gereken bir film ve festivalin de zevkinin doruk noktasına çıktığı an. Aşık olunacak filmlerden.

Red Road (Kırmızı Sokak)
İlk filmlerde genelde hatalar görmezden gelinir ve yönetmen biraz da ekstra bir puanla başlar yola. "Red Road" için aynı şey geçerli değil. Her ne kadar Amerika'da daha önce rastladığım eleştirilerin çok da mükemmel bir portre çizmemesine rağmen filmin ben enfes bir öykü oluşturduğunu düşünüyorum. Üstelik ilk filminde Andrea Arnold da çok güçlü bir anlatımı yakalayabilmiş. Film ilk başta yeni çağın 'arka pencere'si gibi başlasa da sonrasında bizi çok daha kişisel sulara sürüklüyor. Kate Dickie'nin canlandırdığı Jackie'nin bir an karşılaştığı bir imge sonucunda çıktığı - bir anlamda - yolculuk bize de güçlü bir intikam öyküsü sunuyor. Senaryonun pek çok bölgesinde ciddi anlamda tuzaklar mevcut ve seyirci bu aşamalarda tamamen başka yönlere kaydırılarak farklı beklentilere sahip olması isteniyor. O yüzden filmi izleyecekseniz hakkında hiçbir şey okumamanızı tavsiye ederim. Tony Curran & 'sweet sixteen' Martin Compston'ın da rol aldığı film. Yönetmen Arnold'ın ilk filmi ama bu şekilde devam ederse sadık bir hayran kazandı bile. Filmin ciddi anlamda zorlayıcı ve sert bir yapısı olduğu konusunda bir uyarı da yapmam gerekir.

Offscreen (Ekran Dışı)
"Red Road" sonrasında daha da rahatsız edici bir film daha. Kabul etmem lazım "Allegro"dan çok keyif alsam da Christoffer Boe'nun biraz kendisini tekrarlamaya başladığını düşünmüştüm. Herhalde kendisi de böyle düşünmüş olacak ki bu tarz bir projeye imza atmış. İşin güzel yanı burada gerçekten de Boe yokmuş ve filmin yönetmeni aynı zamanda oyuncu Nicolas Bro'ymuş gibi izlememiz. Hiçbir zaman gerçek olmadığını bilsek de o etkiyi yine de yaratıyor. Dogma'cıların tavırlarını bu anlamda neredeyse bir üst noktaya taşıyan "Offscreen", tam olması gerektiği gibi bir film. İlk başta düzeni sağlam kuruyor, ortalarda biraz sarksa da, zaman içinde o şiddetlenme ve sertleşme derecelerini iyi ayarlıyor. Ve sonunda da son darbeleri indiriyor. Her şeyden önce Boe'nun bu Lars Von Trier ya da Soderbergh havalarında uçmaya başlaması bence yönetmenin ilerleyen filmografisi için olumlu bir işaret. Yalnız filmde alkışlanması gereken ilk isim şüphesiz Nicolas Bro. 'Vay be performansa bak' demiyorsunuz ama ne olursa olsun adam filmi resmen sırtın taşıyor.

Den Brysomme Mannen - 3,5/5
I'm a Cyborg, But That's OK - 4,5/5
Red Road - 4,5/5
Offscreen - 3/5

Wednesday, April 04, 2007

Festival Günlüğü - Saddam'ın Melekleri


"Dixie Chicks: Shut Up & Sing" geçtiğimiz Toronto Film Festivali'nde gösterildiği zaman büyük bir sükse yapmıştı. Bush'un Irak'a saldırmasının hemen arefesinde grubun solisti Natalie Maines'in İngiltere'de sahnede söylediği "Başkanımızın Texas'tan çıkmış olmasından utanç duyuyoruz" sözleri tüm muhafazakarların tepkisini çekmiş ve Country dinleyen bu kitlenin kendilerini protesto etmeleri ile grup zor bir duruma düşmüştü. İşte film bu noktadan itibaren 2003 ve 2005 yılları arasında gidip gelen bölümlerle grubun bu sancılı dönem içinde ne yaptığını gösteriyor. Sadece savaşa, muhafazakarlara ve boykotlarına odaklanmadan grubun bu süre içerisinde bir strateji belirlemeye çalışmasını izliyoruz. Bir anlamda müzik dünyasının perde arkasına girmiş oluyoruz. Albümün hazırlanma aşamaları, müzik türünü oluşturmanın sancıları (haliyle eski kitleye ulaşıp ulaşamayacakları gibi bir sorun var) Müzik dünyasında grup olabilmenin sırları gibi (bu anlamda Red Hot Chilli Peppers'ın davulcusu Chad Smith'le yapılan kısa ama manidar bir muhabbet dikkat çekici) konulara giriliyor. Bu arada üç bayanın özel yaşamlarına da elbette giriliyor.
Ben açıkçası belgeseli tüm hedef kitlesi kendisine sırtını dönmüş bir grubun bir anlamda kendini daha iyi anlatabilme çabası olarak gördüm. Açıkçası bunu gayet de iyi başarıyorlar. Ayrıca sektörden onları terk eden insanlara da anlamsız bir saldırı anlayışına da gitmeyen, özünde zaten barışçılığı ama ne olursa olsun 'kendini ifade özgürlüğünü' savunan son derece eğlenceli bir belgesel bu. Dixie Chicks hayranı olmasanız bile, (ki benim doğru düzgün dinlemişliğim de yoktur) bu filmden zevk almanız yüksek olasılık. İşlerin 2-3 yıl gibi bir süre de nasıl değiştiğini görmek ise ayrıca çok ilginç.
Açıkçası şu aşamada gruba karşı Amerika'da muhafazakara kitlenin bakışının nasıl değiştiğini bilmiyorum ama bu sene kendilerinin Grammy'lerde coştuğunu da hatırlatmak isterim. Aslında bir promosyonun bir parçası olduğu açık bir şekilde belli olsa da, kendi içinde tutarlı bir mesaj verebilen "Dixie Chicks: Shut Up & Sing" bu yılın en hoş güzelliklerinden birisi.
4/5

Festival Günlüğü - Kamera arkasında kocaman bir fil var.

Gus Van Sant'in Altın Palmiyeli "Elephant"ını izlemeyenler için 2:37 oldukça yeni ve etkileyici bir film olarak gözükebilir. Ama maalesef ben odadaki o koca fili farkettim ve filmi de bu yüzden biraz tatsız biçimde izledim. Bana iki filmin benzediği (hatta 'daha kötü bir Elephant' tabiri kullanılmıştı) söylenmişti. Ama benzerliğin öyküden çok öykü anlatımı ve biçim açısından olduğunu öğrendiğimde hafiften suratım asıldı açıkçası.
Elbette bu yapıyı lise koridorlarında kullanma Gus Van Sant'in tekelinde değil, başkaları da yapabilir. Mesela ben hiçbir zaman Paul Thomas AndersonRobert Altman taklitçiliği yapmakla suçlayanlardan da değilimdir yani herkes istediği şeyi kendisine göre uygulayabilir. Ama ne yazık ki yönetmen Murali K. Thalluri uygulama boyutuna gelememiş biçimsel olarak. Ve bizde ayrıca Avustralya'nın bir lisesine girmemiz için de gerekli farklı materyalleri sağlayamıyor. Ama yine de buradakini bir hırsızlıktan ziyade şanssızlık olarak görüyorum. İki filmin bu aşırı benzerliği ister istemes 2:37'yi ona göre değerlendirmenize neden oluyor ve beğenmediğiniz yanlarını daha açıkça görüyorsunuz. Mesela burada çok daha fazla (ve bence bazen fazla) laf sarfediliyor. Aralardaki röportaj niteliğindeki sahnelerin çoğunluğu maalesef yapay duruyor. Ve karakterlerle ilgili belli başlı flashbackler (gay olma ve hamile kalma durumları) gerçekten gereksiz ve fazla. Yani filmin en sonu dışında herşey 2.37'de gayet tahmin edilebilir zaten. Hadi diyelim ki tahmin edemeyenler vardır. Bu kadar ayrıntılı ve uzun planlara gerek var mı?... Bence yok.
Film sonunda gerçekten sizi ters köşeye yatırıyor ve olayın gerçek bir öyküden esinlenildiğini öğrendiğim an ben de yelkenleri bir nebze olsun indirdim. Evet film gerçekten etkileyici olabiliyor. Ama tam olmamış bir sinema söz konusu. Ve siz de odadaki filin farkındaysanız izlerken tadınız kaçıyor.

2,5/5

Tuesday, April 03, 2007

Festival Günlüğü - Chan-wook Park!!!


Chan-wook Park söyleşisi...
Park, dün filminin gösterimine katılamamış çünkü İstanbul'a gece 12 sularında gelebilmiş. Onun yerine Perş. günkü gösterime katılacakmış. Ama şimdi bugünkü söyleşiden bahsedeyim biraz. İnanılmaz bir alkış tufanıyla çıktı sahneye yönetmen. Boğaziçi Üniversitesi Rektörlük Salonu'ndaki söyleşi, yoğun ilgi nedeniyle Büyük Toplantı Salonu'na alınmıştı ve orası da sonuna kadar doldu.

Ancak söyleşinin iki büyük sorunu vardı. Öncelikle çevirmen çok iyi Türkçe bilmiyordu ve bazı noktalarda onun çevirdiğini de düzgün Türkçe'ye aktarabilecek birisini aradık doğrusu. İkinci sorun ise şiddet vs. üzerine sorulan 'aydınca sorular'dı. Hepsi aynı kapıya çıkıyordu ve o kadar anlamsızlardı ki bence.
Yine de Park inanılmaz sempatikti ve her bir soruyu da ciddiyetle yanıtladı. Ayrıca yönetmenle ilgili de pek çok şey öğrendik. Bazı noktaları kısa kısa özetleyeyim.

  • Herşeyden önce eski klasiklere çok önem veriyor ve yönetmenlerin eski filmleri sindirmedikçe yeni ve iyi birşeyler yapamayacağını belirtiyor. Kendisinin favorileri sorulduğunda ilk sarfettiği isim Alfred Hitchcock oldu. Bunun dışında B filmlerinden de çok şey öğrendiğini belirtti. Bir de söyleşi sonrasında sevdiği filmler arasında "Kiss Me Deadly"yi saydı.
  • Okuduğu yazarlar arasında Shakespeare, Dostoyevski gibi klasiklerin yanında bizi de şaşırtan iki isim daha verdi. (Ki lafa 'inanmayacaksınız ama' diye başladı) Jane Austen ve Bronte kızkardeşler. Bunun yanında günümüz yazarlarından da Kurt Vonnegut'ı beğeniyormuş.
  • "I'm a Cyborg but that's OK"i kızının izleyebileceği bir film yapmak için çektiğini belirtti. Park, insanların derinlerindeki özellikle kötü duyguları ve özellikleri çıkarmayı sevdiğini, ama bundan biraz da yorulduğu için böyle bir film yapmayı seçtiğini söyledi. (Bundan sonraki filminde yine derinlere dalacakmış.
  • İlham kaynağı olarak belli kaynakları olmadığını zaten onları uygulasa aynen kopyalamış olacağını belirtti. Onun yerine hiç beklenmeyen yerlerden ilham geldiğini ve bu şekilde işin özündeki anlamın da biraz kendisine kaldığını ancak görünenin çok farklı olabileceğini söyledi. Mesela kendisini Wong Kar Wai'a benzetenleri anlamıyormuş. Ki Wong Kar Wai'a da kim benzetiyor bilmiyorum ama Wai'ın sinemasını sevmediğini de açıkladı söyleşi sırasında.
  • En ilginç kısımlardan birisi de bilinç dışı kısmıydı. Bir şekilde filmlerini yaparken hiç farkında olmadan başka filmlerle benzerlikler oluştuğunu ve bunu kendisinin en sonra fark ettiğini açıkları. Örneğin "Lady Vengeance"daki bir diyalogun "Some Like It Hot"ın son cümlesiyle aynı olduğunu filmi izlerken fark etmiş. Aynı şekilde "I'm a Cyborg..."daki tavşan maskesinin Donnie Darko ile olan benzerliğinin sonra kendisini de şaşırttığını söyledi. Bunları bilinçli olmadan eklediğini ama bir şekilde iki filmle de bir kurulabilece bir bağ olduğunu söyledi.
  • Film yazım ve çekimi sırasındaki aşamalarını gayet ayrıntılı anlattı. Ama kusura bakmayın onları yazamayacağım. O da bize kalsın :) Yalnız şu kadarını aktarayım tahmin de edebileceğiniz gibi adam feci ayrıntı ve planlı çalışıyor.
Şimdilik aklıma gelenler bu kadar. Her ne kadar çeviri konusunda sorun yaşansa da ve büyük ihtimalle bahsettiği şeylerin yarısı 'lost in translation' olsa da son derece verimli bir bilgi birikimiydi. Park inanılmaz sempatik ve süper kaprissiz bir yönetmendi.

Festival Günlüğü - Bu ne zaman bitecek?

Festivalin gala programında olan Paul Verhoeven'in Black Book'u aynı zamanda vizyona da girecek. Bu sene Oscar'a Hollanda'nın yolladığı film genel olarak yönetmenin geri dönüşü olarak nitelendiriliyor. Verhoeven'i seyirciler Hollanda'dan Amerika'ya transfer olduktan sonra yaptığı "Basic Instinct", "Total Recall", "Robocop" ve "Showgirls" gibi filmlerle tanıyorlar. Bazıları çok olumsuz eleştiriler alsa da genel olarak Verhoeven ne yaptığının bilincinde olan kaliteli bir yönetmen olarak bilinir. Ve evet bu film için bir geri dönüş diyebiliriz. Çünkü gayet sağlam bir savaş aksiyon gerilimi var ortada.
Genelde Avrupa'dan çıkma 2. Dünya Savaşı casus ve aksiyon öykülerinde birşeyler eksik gibi olur. Bu filmde o yok, senaryo gayet akıcı bir şekilde ilerliyor. Bir solukta kendisini izletiyor ve su gibi de akıp gidiyor. Cidden nefes nefese izlenen bir film bu. 145 dakikalık süresi boyunca (ki inanın bilmeseydim 2 saati aşıyor bile demezsdim, o kadar sürükleyici) neredeyse hiç durmuyor. Tamamen boş aksiyonlar yok. Senaryodaki öğeler gayet kitabına uygun bir şekilde yediriliyor. Ve her bir karakter de inanılmaz empati sağlayabileceğiniz bir duruma sokuluyor. Herşeyden önce karakterleri düşünüyor ve onlar için endişeleniyorsunuz.
Film 2. Dünya Savaşı'nda pek de bilmediğimiz Hollanda cephesini anlatıyor. (Cephe derken sözcük anlamı değil. Herhangi bir savaş sahnesi yok filmde) Bunun yanında savaşın bitimiyle yaşananlara da şimdiye kadar sinemada tanık olmadığımızı bu filmde fark ettim. Paul Verhoeven filmin ilk kısımlarında belki hep tanıdık öyküler anlatıyor ama bir süre sonra bilmediğimiz bir dünyaya da sürüklüyor bizi böylece.
Filmin oyuncularına gelince. Başroldeki Clarice Van Houten dönemin cazibesini ve karizmasını perdeye aynen taşıyor ve size "40'ların kadınları da bir başka oluyor" dedirtiyor. Zaman zaman bir Marlene Dietrich havasını karaktere de yansıtarak bu güçlü, bir nevi Mata Hari öyküsünün büyük bir bölümünü sırtlıyor. Açıkçası filmi beğenmeyenler bile Van Houten'e laf edemezler. Çünkü sadece Van Houten'ı izleyerek bile bu film geçirilir. Bunun yanında "Lives of Others"dan tanıdığımız Sebastian Coch'un da filmde gayet önemli bir rolü var.
Verhoeven belki bir başyapıt çıkarmıyor ve kesinlikle çok da yeni bir şeyler söylemiyor. Ama gayet sorunsuz bir casusluk öyküsü izlemek istiyorsanız, filmin 'savaşların ve kavganın bitmek bilmezliği' ile ilgili bakışını merak ederseniz görmeniz gereken ve türün eğlencesini sonuna kadar sağlayan bir film.

3,5/5