Thursday, May 31, 2007

"Fountain"ın nesi var?

Çok güzel bir fikri var... ve sanırım da o kadar. Darren Aronofsky'nin hem alkışlanan hem yuhalanan filmi "The Fountain"ı sonunda seyrettim. Şunu söylemeliyim filmin özünde taşıdığı fikir beni fazlasıyla cezbetti. O yüzden genel anlamda sıkılsam da filmin sonuna da bir çırpıda gelmeyi başardım. Bu anlamda sonunun da tatmin edici olduğunu söylemek gerek. Ama bu filmde fikirden başka bir şey var mı? Daha da önemlisi bununla bir uzun metraj yapılır mı? Buna cevabım hayır olacak. İlk izleyişte en azından "sonunda ne olacak?" motivasyonu vardır. Peki sonunu bildiğimiz bu öykücükleri bir kere daha seyretmek olası mı pek sanmıyorum.
Çoğunlukla filmin çok karışık olduğu falan söylendi ve genel eleştiriler bu yöndeydi. Ben buna katılmıyorum. Aronofsky seyircinin gözüne sokmadan gerekli bağlantıları gayet üsturuplu ve kolay bir şekilde filmine yediriyor. Benim derdim ise onun bu fikri ve -sözde- hikayelerini öyküleme tarzı.
Filmin taşıdığı ana temanın bir uzun metraj çıkarmayacağı aşikar. Ama filmde sizi oyalayabilecek doğru düzgün bir öyküde bulunmuyor. Ha... bu tarz tinsel filmlerde aslında öyküye de gerek yok. Sonuçta yönetmen gereken atmosferi, içinde bulunmamız gereken modu yakalayıp oluşturabilirse işte o zaman seyirci öyküyü iplemez zaten ve kendisini yönetmenin kollarına bırakır. İşte film bu yönden de falsolu. Zira bu tarz 'his sineması' diyebileceğimiz olgu Aronofsky'de yok. Yani yönetmen mesela bir Tsai Ming-liang değil.


"The Fountain"ın ne kadar olmamış bir film olduğu kafanızda yarattığı belirsizlikle de ortaya çıkıyor aslında. 90 dk.lık süre bu fikri ağzında geveleyip çıkarmak için gayet uzun ve(ya) tercihe göre de gayet kısa. Aronofsky'nin film boyunca sağladığı dinamik anlatım yüzünden filmin o makyajının altındaki kofluğu bence daha da belli oluyor. Çektikçe uzayan bir lastik gibi. Eğer bu şekilde anlatılacaksa filmin kısa metrajlı olması gerekirdi ki boşuna laf gevelemesin. Diğer taraftan atmosfer ve hisleri yaratmak adına herşeyin daha yavaştan ve sindirilerek anlatılma tercihi de olabilirdi. Ki aslen bu tarz spiritual filmlerin en iyileri de böyle olur zaten. Yönetmen sizi alır ve en ince ayrıntıları dahi göstererek bir anlamda hipnoz sekansına koyar. O an ortamdaki her bir dokuyu her bir ince ayrıntıyı gözlemleme sahibi olmanız gerekir. Ama bunun için de bir Luchino Visconti falan olmanız gerekir.
Ayrıca filmin ana fikri elbette güzel ama orjinal değil. Gayet arketip temalar üzerinden ilerliyor film. Bundan yana hiçbir şikayetim yok. Ama eğer gidip de işin en temelindeki öyküleri anlatacaksan da içini biraz genişletmen ve büyütmen gerekiyor. Görkemli ortamlarda ufak etkide öyküler değil baya baya etkileyici bir dolgu çalışması gerekiyor ki, arketipin basitliği gözükmesin. Filmin içindeki öykü bu anlamda ana temayı daha güçlü gösterecek üç boyuta sahip değil.
Filmin görselliğine gelince. Bunu söyleyen Dünya'daki ilk ve tek kişi olabilirim sanırım: Ben filmi görüntü yönetmenliğini de beğenmedim. Öyle sanıyorum ki film dijital bir formatta çekilmiş (eğer çekilmediyse durum daha vahim) Dijitale karşı değilim hatta genel anlamda kullanım şeklini çok da severim ve etkilenirim ama şu konuda gayet eski kafalı birisiyimdir: masalsı ütopik bir dünya kuracaksan 35 mm koşullarıyla çalışmalısın. Ayrıca gayet tematik ve anlaşılır olmasına rağmen Xibalba ve çevresindeki yıldızları temsilen filmin her bir karesine serpiştirilen o çiğ soğuk beyaz ve sarı ışıkları yabancılaştırıcı dijital etkiyi daha da artırdı benim gözümde. Bunun yanında özellikle iç mekanlardaki ışıklandırmaların çok fazla TV stüdyosu ve tiyatro sahnesi temizliğinde olması da ayrı bir rahatsızlık yarattı ben de. Genel anlamda filmdeki tasarımlar çok başarılı ama görüntü yönetmeninin (ve elbette Aronofsky'nin... çünkü herşeyi en ince detayına kadar planladığı belli oluyor.) bu ışık seçimleri beni hiç sarmadı. Alın size atmosfere kendini kaptırmamak için bir başka neden daha.
Filmde seyirciyi cezbedici iki öğe var. Birincisi Clint Mansell'in eşsiz müziği. İkincisi ise Hugh Jackman. (Ha elbette Rachel Weisz çok güzel ama o herhangi bir filmde hep güzel olduğu için buradaki bir artı değil.) Jackman'ın oyunu beni hiç cezbetmeyen o öyküleri bir nebze olsun dikkate almaya çalışmamı sağladı. Mesela adam nefis ağlıyor. Özellikle ortada karakter gibi bir şey olmadığını düşünürsek gayet iki boyutlu sebeplerle adamın bu kadar iyi ağlamasına hayran kaldım ve o an aktörün asıl motivasyonu neydi diye de düşünmedim değil.
Neyse ilk seyredişte bir nebze ilgiyle izleniyor film. Ama dediğim gibi ikinci kere seyreder miyim bilmiyorum? Ve ana fikri teması ne kadar hoşuma gitmiş olursa olsun üzerine düşündükçe filmin gözümdeki yeri de alçalıyor.

No comments: