Saturday, March 31, 2007

Festival Günlüğü - "Yağmur yağacak galiba"

Ne kadar festivale yakışmayan bir hava vardı bugün. Yılın bu zamanı İstanbul'a baharın da geldiği zamandır ama festivalin ilk günü yağmurlu ve soğuktu. İronik bir biçimde bugün izlediğim "Paraguay Hamağı"nda da deli gibi yağmur bekleniyordu. Paraguay'da yaklaşık 30 yıldır çekilen ilk film olan "Hamaca Paraguaya" kitapçıkta pek de cazip bir şekilde anlatılmasa da Cannes'da aldığı FIPRESCI ödülü ve duyduğum iyi şeyler yüzünden gitmeye zar zor karar verdiğim bir filmdi. Açıkçası beklediğimden çok farklı bir filmle karşılaştım. Evet hiç hareket etmeyen kameralar ve iki elin parmaklarını biraz geçen sayıda planlarıyla minimalize sinemanın dibine vuran bir film bu. Filmden beklemediğim şeyse aşırı dozdaki teatrallikti. 1935'te Paraguay'da yaşlı bir çiftin bir günü üzerinden ülkenin o anki manzarasını çizen ve aynı zamanda da iki karakterimizin bir olmuş dertleri tasalarını bize aktaran enfes bir film bu. Filmde diyaloglar yoğun bir şekilde ilerliyor ancak bunların hepsi voiceover ve şaşırtıcı biçimde daha da bir etkili oluyor. Bu şekilde oyuncuların da mümkün olduğunca rahat hareket etmesini sağlayan filmde o yaşın getirdiği komiklik ve hüzün çok iyi kullanılmış. Ancak elbette savaştan dönmesi bekleyen bir oğul söz konusu olduğu için hüzün katmerleniyor ve mizah neredeyse görülmez hale geliyor. Film ilerledikçe birşeyler içinize oturuyor. Açıkçası bu film benim son zamanlarda gördüğüm en kederli filmlerden birisiydi. Ve bunu da neredeyse hiç çaktırmadan tabiri caizse sağ gösterip sol vurarak yapıyor.
Sonuçta bu çiftle neredeyse bütünleşiyorsunuz. Filmin yüzde doksanında onlara çok uzaktan bakıyorsunuz ama yine de bir oluyorsunuz. Zaman tıpkı 35'in Paraguay'ındaki gibi duruyor ve bulutlar hiç hareket etmiyor, kuşlar hiç gözükmüyor.
Çok güçlü bir anlatıma sahip olan bu filmle festivale güzel bir açılış yapmış oldum.
Yarın Alain Resnais'nin "Kalpler"i var sırada...

4/5

Friday, March 30, 2007

Who the hell is Nikki?

"Exposé" bölümünü izlemeyenler okumasın... SPOILER

Rodrigo Santoro ve Kiele Sanchez'in 3. sezon başında diziye katılmalarını çok anlamsız bulmuştum. Zaten ciddi bir eleme gerektiren kadroyu niye kalabalıklaştırdıklarını da anlamamıştım açıkçası. Ama Damon Lindelof ve ekibi 3. sezonun ilk 6 bölümündeki beceriksizliklerini son bölümlerde telafi etmenin yanında bu karakterleri eklemenin de kötü bir fikir olmadığını kanıtladılar "Exposé" ile.
3. sezon içinde şimdiye kadarki en iyi bölümdü bence. 3. sezonda birden gözümüze çarpan Nikki ve Paulo ikilisinin aynı zamanda geçmiş sezonlara yedirilmesi konusunda çok başarılılardı. Bütün o sahnelerin yeniden çekilmesi ile bir anlamda anılarımız tazelenmiş oldu. Bunun yanında hiç bilmediğimiz bazı anlara da tanık olduk. (Ben & Juliet'in sahnesi gibi) Ayrıca işin gerçekten komik yanından bahsetmeye gerek var mı bilmiyorum. Yani bizim diğer salakların bulmalarının haftalar sürdüğü şeyleri bu modern Bonnie & Clyde ikilisi keşfetmiş ve ilgilenmemişlerdi bile. Flashbackler gerçekten çok eğlenceliydi öyle ki hani şu Billy Crystal'ın ya da Conan O'Brien'ın ödül şovları için hazırladıkları klipleri andırıyordu arada. Ya da Oprah'nın kendine özel hazırladığı "Desperate Housewives" kısasını. Yine de sadece bu hoşluklardan ibaret değildi bölüm. Charlie - Sun - Sawyer üçgeninde eski defterlerin açılması, Hurley'nin yine eğlenceli performansı olayı ayrı bir cazibeli kıldı. O inanılmaz sondan bahsetmiyorum bile. Dizinin kullandığı en iyi twistlerden birisiydi. Benim merak ettiğim şeyse şu: bu ikilinin uyanması sağlandığına göre, bir şekilde mezardan çıkmaları sağlanır mı acaba? Gerçi böyle birşey olursa herkesten saklanmaları gerekir. Ki dizinin yapımcıları bu ikilinin ufak bir role sahip olduğunu ama bu kısa süre içinde de hayran grubu tarafından ikonik bir seviyeye taşınacağını söylemişti. Bu tabir gerçekten canlı canlı gömüldüklerini ve öyle de kalacaklarını anlatıyor gibi. Ayrıca Nikki'nin "ben sadece misafir oyuncuyum ve onların sonunun nasıl olduğunu herkes bilir" lafının bir aynalama içerdiği çok açık. Ama hiç belli olmaz. Yine de 'ikon' konusunda en azından benim için haklılar. Böyle kalması durumunda bundan sonra kimsenin "Nikki & Paulo da kim?" sorusunu soracağını sanmıyorum.
Büyük bir alkış benden...


son bir not: Kiele Sanchez'in önümüzdeki sezon "Football Wives" adlı dizide oynayacağı geçtiğimiz haftalarda açıklanmıştı. Rodrigo Santoro ise zaten normalde dizilerde oynayan birisi değil. Sinema kariyerine devam eder artık bundan sonra.

Festival başlıyor...

İstanbul Film Festivali bu hafta sonu başlıyor. Önümüzdeki 15 gün boyunca vizyondaki filmler, ve TV dizileri yorumlarım ve haberlerim sekteye uğrayabilir. Çoğunlukla festivalden haberler, gördüğüm filmler ve diğer etkinliklerle ilgili yazılar yazacağım ama arada fırsat buldukça da gündemdeki diğer örnekler hakkında yazabilirim.
İstanbul'da olanlara şimdiden iyi festivaller...

Wednesday, March 28, 2007

Yaşamak ya da Ölmek, bütün mesele bu mu?

Açıkçası niye gittim hala bilmiyorum bu filme. Ne kadar kötü olabileceğini görmek istedim sanırım. Pek de gerek yoktu aslında sonuçta fragmandan herşey gayet kolay anlaşılıyordu. Filmin hangi bir anını yazsam bilmiyorum açıkçası. Film daha başlangıcındaki soygun sahnesinden zaten ne olduğunu belli ediyor. Ortalık iyice karışsın da seyirci saçmasapan twistlere daha az kafa yorsun mantığıyla yazılmış bir senaryoya, kendi çapında bir nevi "Dog Day Afternoon" çektiğini sanan ne idüğü belirsiz bir yönetmeni, Hollywood'un düşmüş (Michael Madsen, Edward Furlong) ya da zaten hiç yükselememiş (Arnold Vosloo, Bai Ling) oyuncularını ve ortak bir başlık altında toplanamayacak kadar ayrık Türk oyuncularının abartılı oyunlarını da ekleyin ve size zaten DVD için hazırlanan o dandik filmlerden daha beter birşey çıksın. Benim anlamadığım şey (mesela Net 2.0 direk DVD'ye çıkmıştı Türkiye'de de) bizim sinemalarımıza niye böyle bir film uğruyor. Bu film artık Show TV'nin bile gece kuşağında göstermeyi bıraktığı tarzda C-sınıf bir aksiyon filmi.
Neyse yine de film de eğlenmek mümkün. Bir kere Tamer Karadağlı'nın sanki Godfather'ın yandan yemişini oynuyor gibi gösteren hiper abartılı oyunuc her saniyede gülmenizi sağlıyor. Yelda Reynaud aksan konusunda bizimkilerin en iyiysiydi, ama onun da birilerinin yanında durup şaşkın ve komik mimikler yapmaktan başka bir işi yoktu. Deniz Akkaya'ya gelince. Onun her bir sahnesi paha biçilemez gerçekten. Filme tecavüz edilen muhabir kontenjanından sokulan Akkaya, doğru düzgün tecavüze uğramayı bile beceremiyor. Oyunculardan cidden bir tek Arnold Vosloo'yu takdir ettim. Diğerleri "Hamlet" falan oynadıklarını sanarken adamım gelmiş parasını almak için oynamış oynayacağını, hiç de kasmamış sonra da evine gidip bu salak filme para yatıranların parasını yemiş yani. Edward Furlong'a baya acıyorsunuz yalnız. Hani Madsen'ı Tarantino sayesinde arada bir görebiliyoruz ama Furlong'u uzun zamandır ilk defa gördüm cidden yazık etmiş kendisine. Böyle mi olacaktı John Connor'a. Michael Madsen'a gelince... Komik yaa.. Biliyorum çoğu insan Tarantino filmlerinden gördüğü için bu adamı ciddi, prestijli biri falan sanıyor ama burada kariyerinin yüzde 85'inin nasıl birşey olduğunu gösteren bir örneK var elimizde. Madsen işte bu. Oturup hırlıyor başka bir şey yok. Hele bir ara Tamer Karadağlı'yla karşılıklı bir hırlaşıyorlar. Orada bütün gücümle ikisinin kafasını bir tokuşturmak istedim.
Öyle biraz birşeyler yazayım dedim ama çok bile oldu sanırım. Gitmeyin demeye gerek duymuyorum. Çünkü her ne kadar aralarda baya alay etseniz de film öyle tamamen gülmelik değil. Aralarda beyninizi havaya uçurmak istiyorsunuz. Ama arkadaşlarla giderseniz eğlenirsiniz. Film çıkışında bizim gibi. "Bir de şu vardı, bi de şu çok komikti, abi şurası da acaip saçmaydı" falan şeklinde eğlenebilir, oyuncuların taklitlerini yapıp tüm film boyunca tek bir repliği olan tetikçi'nin zavallığına gülebilirsiniz falan. Öyle yani.

1/5

Satürn geri çekilince

Ferzan Özpetek'in yeni filmi "Bir Ömür Yetmez"in orjinal ismi başlıktaki anlamla örtüşüyor aslında. Film, her birinin kendi hayatında Satürn'ün geri çekilmesiyle (yani astrolojik anlamda işlerin kötü gitmesi demek oluyormuş.) bocalamalar ve hatta ciddi travmalarla karşılaşan bir grup arkadaş üzerine yoğunlaşıyor. Neden filme bu Türkçe ismi verdiklerini ise anlayamadım. (Müslüm Gürses'le bir ilgisi olabilir mi? acaba diye de düşündüm yani.)
Özpetek'in filmleri genelde sahip olduğu ana karakterlerin yanında zengin bir yan kadroyu da sunarlar. "Bir Ömür Yetmez"de ise biraz daha ensemble, yani takım işi bir çalışma söz konusu. Yönetmenin çoğu kişi tarafından pek bir sövülen "Kutsal Yürek"ini izlemedim ama onun dışındaki dört filmini de baya baya severim. Ancak bu sefer sinemadan pek tatmin olmuş bir şekilde ayrılamadım. Özpetek'in bu ensemble işini çok da iyi kıvıramadığını düşünüyorum. Bir kere herşeyden önce karakterler arası dağılım eşit değil ve filmin ana olay örgüsünün en çok etkilediği birey hakkında en az şeye tanık olduğumuz karakter haline geliyor. Dolayısıyla onun travmasını tam olarak yaşayamıyoruz. Bunun yanında evli çift (Cahil Periler'den sonra yine birlikte olan güzeller güzeli Margherita Buy & Stefano Accorsi) gibi o kadar da önem teşkil etmeyen bir olay örgüsünün üzerinde gereğinden fazla durulmuş gibi geldi bana. Bunun yanında Laura dışındaki diğer yan karakterlerin de o kadar iyi yansıtılamadığını düşünüyorum. Çünkü filmin artık bitimine yaklaştığınızda aslında onların da ciddi kendi hikayeleri olduğunu görüyorsunuz ammavelakin filmin sonuna kadar da çok iyi çizilemiyorlar. Eğer zaten ensemble gibi bir kaygı yok deniyorsa da tekrar ana karakter düzeyinde algıladığımız Davide'nin yeterince iyi işlenemediği tezine geri dönerim.
Yine de filmi yerden yere vurmak haksızlık olur. Özpetek'in kendine has o mizahi yaklaşımları eğlenceli bir hava katıyor. Mesela Lorenzo'nun üvey annesiyle olan sahneler ve hastane avlusundaki telefon sahneleri buna birer örnek. Ki filmin asıl duygusunu da onlar veriyor kuşkusuz. Çünkü karakterlere bağlanamadığımız sürece onların yaşadıkları dramları da yeterince ciddiye alamıyoruz. Film süresince; aşk, ölüm ve dostluk üzerine tasarlanmış pek çok güzel fikir sadece havada uçuşuyor ve ne yazık ki öykünün asıl sahiplerinin üstüne de konamıyor.
Yine de film kesinlikle o belirgin Ferzan Özpetek kokusunu taşıyor. Özpetek evrenindeki o sıcaklık ve bağlılıklar buna sinmiş. Evet belki yine yemek için toplanan bir grubun hoş birliktelikleri biraz eski bir tat veriyor ve hiç şüphesiz önceki örneklerinin yanında da zayıf kalıyor ama yine de yönetmenin tarzını seviyorsanız illa ki hoşunuza gidecektir, çünkü totalde sağlanan atmosfer yine de sizi heyecanlandırıyor. Ki ben mesela filmi tekrar da seyrederim (muhtemelen o zaman biraz daha fazla seveceğim)

Özel bir not: Filmin başında "Hrant Dink'e" yazısını Özpetek ne yüzden koydu bilmiyorum, illa ki bir açıklama yapacaktır ama çok daha yeni bir olayı çok önceden tasarlanmış bir filmin ithaf bölümüne koymak bana samimiyetsiz geldi.
2,5/5

Monday, March 26, 2007

Band from TV

Greg Grunberg (Alias, Heroes) davulda, James Denton (Desperate Housewives) gitarda ve Hugh Laurie (House M.D.) klavyede... Aslında daha baya bir kişi var ama bizim en yakından tanıdığımız ünlüler bunlar. Hayır işleri için bir grup kurmuşlar. "Band from TV", epilepsiden ev içi şiddete pek çok konuda hayır amaçlı gecelerde çıkıyormuş. Baya da eğleniyor gibi gözüküyorlar.
Grubun Web sayfası için TIKLAYIN
Müziklerini ise MySpace'ten dinleyebilirsiniz... TIKLAYIN

Futbolcular, kahramanlar ve diğerleri...

Friday Night Lights:
Bu dizinin kesinlikle HBO için falan hazırlanıyor olması lazımdı. İlk sezonun 14 bölümünü izledim. Şunu söylemeliyim ki bu kadar kaliteli bir ekipten çıkmasına rağmen dizinin tek bir sorunu var o da parasız bir ulusal kanal için hazırlanıyor oluşu. Bölümler 40 dk. sürmek zorunda kalıyor ve bir sezona da 22 bölüm sığdırma gibi bir durum var. Bu nedenle aralarda bence diziyi zedeleyen 'filler' diyebileceğimiz 'doldurma' yan öyküler katılmaya başlanıyor. Ayrıca süreç içerisinde de bazı gelişmeler dizinin süresi nedeniyle olması gerekenden daha hızlı çözülüyor. Ya da normal bir hızla gidecekse de bu sefer Birkaç bölüme yayma çabasıyla uzayabiliyor. Bunların hepsi normal kanallardaki dizilerin sorunları aslında. O yüzden bu derece kaliteli bir dizinin daha odaklı 50-60dk.lık 12'şer bölümden sezonunu hazırlaması gerekirdi bence. Ama yine de dizi hala çok başarılı. Bir spor dizisi olarak, gençlik dizisi olarak ve kesinlikle toplumun birey üzerindeki ciddi etkilerini gösteren bir proje olarak. Dizinin genç oyuncuları da çok iyi. Koç Taylor rolündeki Kyle Chandler umarım Emmy'lerde adaylık kapabilir. Bu tarz networksel sorunlar nedeniyle bu sezonun en iyi yeni dizisi ünvanını "Dexter"a geri veriyorum. Ama FNL de ikinci sırada ve sapasağlam yoluna devam ediyor. (2. sezonun alınma olasılığı da yüksek)

Heroes
Evet buna biraz geç başladım ve şu anda cnbc-e'den takip ediyorum. Açıkçası dizinin samimi tavrı, öykü stili ve kesinlikle karakterleri hoşuma gitti. Yazık olan birşey varsa o da bu malzemeye daha iyi senaristlerin bulunması gerektiği. Dizinin yaratıcısı Tim Kring'in elinde cidden bir cevher varmış ama bunu çok da iyi işleyemiyor. Yani bir kere özellikle dramatik sahnelerdeki diyaloglar fena halde duvara tosluyor. İlk üç bölümde bu tarz replikler genelde Mohinder ve komşusu olan kız (son zamanlarda gördüğüm herhalde en kötü oyuncu) arasında geçiyor ve arada resmen bi tarafımla güldüğüm laflar ediyorlar. Şu anda binlerce olay olduğu için çok fazla dikkat çekmiyor ama ileride dizinin de durulacağı bölümler gelecek. İşte o zaman nasıl katlanılacak bilmiyorum. Düzgün bir senaryo ekibi kurulması lazım. Dizinin dinamizmi hoşuma gidiyor gerçekten. Sürekli zamanda atlamalar ve karakterlerin öyküleri arasında oluşturulan ritm gerçekten başarılı ancak öykünün kendi içinde bazı gelişmelerin fazla 'kolay' olması ayrı bir can sıkıcılık. Karakterlerden Masi Oka'nın Hiro'su elbette favorim. Ali Larter ise gönlümün kahramanı. :)


Lost
Öncelikle uyarayım 13. bölümü izlemeyenler [SPOILER] yazının geri kalanını okumasın rahat rahat bir yorum yapmak istiyorum.
Kate & Sawyer'In kaçıp Jack'in de "Others" tarafından götürülmesinden sonra dizi inanılmaz biçimde düzeldi. Buradan çıkartılacak dersler var.
  • "Others"ı bu kadar içeriden görmek alerji yaratıyor.
  • Jack'in anlamsız mızmızlanmalarından gına geldi.
  • Zırlayan Kate, belalı Kate kadar çekici değil.
  • Kate & Sawyer ikilisi o kadar da seksi olmuyormuş.
Hurley'nin minibüsü bulduğu bölümle beraber dizi tekrar o sevdiğimiz havaya geri döndü. Adada asıl kahramanlarımızla ilgilenmeye başladık ve gerçekten birşeyler olmaya başladı. Cidden son 4-5 bölüm ciddi anlamda çok başarılı. O kadar eski formata döndüler ki "Others" resmen yine 'others' oldu. 12. bölümün sonunda Jack'in o koşma sahnesi ise herhalde dizinin en garip anlarından birisiydi. Mikhail'le karşılaşmalar, Sayid'in flashbackleri, Locke'un giderek zıvanadan çıkması diziyi yine ateşe verdi. Bu arada Claire'in flashback'iyle birlikte öğrendiğimiz üvey kardeş durumunu ben sevdim. (Acaba hiç öğrenecekler mi?) Ki o bölüm Charlie'nin son demleri açısından yine çok özeldi. Desmond elbet bir zaman çuvallayacak, orası kesin. (ve bunun 21. bölümde olma olasılığı yüksek diyeyim size, çünkü yüksek ihtimalle o bölüm Charlie'nin flashbacklerini içerecekmiş)
Locke'un yaptıklarına gelince. Herhalde şu dünya üzerinde bu adamcağızla empati kurabilecen tek kişi benim. Yaptığı şeylere hak vermesem bile anlayabiliyorum. Ayrıca denizaltının patlatılması olayına da insanların niye kızdıklarını anlamıyorum. Sonuçta o şekilde kurtulmayacakları aşikar zaten. Penelope kurtaracak onları. :) Ve denizaltı patlatma olayına tek kızması gereken kişi benim. Onun yüzünden Jack yine adada kaldı yani. Bir an umutlanmıştım diziden çıkıyor diye.
Neyse dediğim gibi bu aralar baya memnunum. İleride, niye diziye sokulduklarını bir türlü anlamadığım Nikki & Paulo'nun flashbacklerine sıra gelecek. Ve bu sonradan giren ikilinin dizi takipçilerinin gözünde bir ikona dönüşme olasılığından bahsediliyor. Yani sahneye çıktıkları anda ciddi birşeyler olacak sanırım.
Bu haftaki bölüme tekrar döneyim. Terry O'Quinn'in Emmy'lere başvuru için bu bölümü seçeceği aşikar. Adam yine çok başarılıydı. Ama ondan rol çalan birisi vardı. O da Ben rolündeki Michael Emerson. Bence bu bölüm O'Quinn'den çok Emerson'ın işine yarayacak.

Son bir not: Hala cevap verilmiyor kardeşim diye zırlayanlardansanız, lütfen bunun bir dizi olduğunu unutmayın. İlle cevap istiyorsanız da gidin son bölümü bekleyin yani.

Wednesday, March 21, 2007

80'lerden geriye ne kaldı ki?

"Music & Lyrics"in en cazibeli yanı şüphesiz soundtrack'i. Hem 80'ler hem de 2000'lerden enfes parodileri içeren şarkılar film boyunca oyuncular tarafından seslendirilince film neredeyse bir müzikal kimliğine bürümüş. Daha önce "PoP! Goes My Heart"ın klibini koymuştum buraya. Ancak filmin aynı yaratıcılığa sahip olduğunu söyleyemem. Filmin ciddi eğlenceli anları var ve kabul etmem gerek bu müzikal durumlar hakkındaki eleştirileri ve esprileri de bir romantik komediyi düşündüğümüz zaman gayet yerinde, komik ve eğlenceli bir hava katıyor. Buddha manyağı haline gelmiş bir genç pop yıldızı ile 80'lerin unutulmuş bir ikonunun karşılaşmaları ve sentezi gayet eğlenceli.
İşin romantik komedi boyutu da gayet iyi çalışıyor aslında. Yani klasik ama yine karakterleri seviyorsunuz, belki çok ciddiye almıyorsunuz ama en azından güzel anlarını da paylaşıyorsunuz falan.
Oyuncuları biliyorsunuz zaten. Hugh Grant'in zaten oynadığı iki tip rolü var. Biri koyun gibi bakan utangaç aşık, (Tanrıya şükür o rollerden vazgeçti) diğeri de sorunlu, asosyal ve biraz pislik bir tip. Bu karakter ikisinden de farklı aslında. Yine bir sivri dil mevcut ama bu dilde daha çok bir zavallının kendine has karakteri yatıyor. Bu adam hep eğlenceli olmuştur. Şarkı söylerken de aynı eğlenceyi sağlıyor. Drew Barrymore ise her zamanki gibi çok şirin. Fazlası yok, zaten ihtiyaç da yok.
Film belki el attığı alanlarda fırtınalar yaratamıyor ama romantik komedi ihtiyacınızı karşılayacaktır. Yine de gayet zevkli bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. Eğer türe karşı bir alerjiniz yoksa illa ki eğlenirsiniz.

2,5/5

Bir medeniyetin çöküşü

Apocalypto ve 300'ü bu kadar yakın zamanda izlemiş olmam büyük bir tesadüf. İkisi de gayet basit bir öykü üzerinden tekniğe abanan projeler. Ama arada ciddi bir fark var. Apocalypto bilindik karakter tanıtımlarını minimumda tutmasına rağmen çok daha gerçekçi bir hava yakalamayı başarıyor. (Elbette diğerinin 'gerçekçi' olmak gibi bir derdi yok ama yine de bu koşullarda seyircinin karakterle özdeşleşmesi açısından önemli olduğu su götürmez.)
Ama herşeyden önce Apocalypto'nun en büyük kozu şüphesiz beğenin ya da beğenmeyin sinemadan anlayan bir yönetmeninin olması. Mel Gibson belki pek çok kişiyi rahatsız eden projelere imza atıyor olabilir ama işin nasıl yürütülmesi konusunda da ciddi bir içgüdüye ve yeteneğe sahip olduğunu bir kere daha kanıtlıyor. Ve senaryo metinsel anlamda bize birşey sunmasa bile Gibson'ın yarattığı atmosfer o eksikliği pek çok yerde tamamlıyor.
Şunu kabul etmek lazım Maya medeniyeti belki de hakkında en az bilgi sahibi olduğumuz uygarlıklardan birisi. Öyle ki bu filmdeki neredeyse her olguyu bin kere başka yerlerde görmüş ya da işitmişizdir. Güneş tutulmasından, merdivenlerden salınan kafalara kadar haklarında çok az şey biliyoruz. Apocalypto bunların üstüne yeni bir şey eklemiyor. Sadece bilinenleri adını filmin sonuna kadar öğrenmediğimiz bir adamın önce esir edilişi sonra da kaçış mücadelesi sırasında özetleyip yine karşımıza çıkarıyor. Ve Avrupalılar gelmeden önce bu topraklarda neler yaşandığına göz gezdiriyor. Film bu anlamda güzel ama etkileyicilikten uzak bir cümle kuruyor denilebilir.
Prodüksiyona dair her türlü tasarım hem kalabalık hem de gösterişten uzak bir tavır yakalayabiliyor. Bu şekilde doğallık ve dönemin daha etkili yaşatılması da sağlanmış bence. Gibson yarattığı atmosferde o et ve kan kokularının neredeyse salona gelmesini sağlıyor. Film ayrıca hiç bitmek bilmeyen bir ritme sahip. Bir an bile durmuyorsunuz. Ve kamera her zaman sizden önce orada oluyor. Gibson çaktırmadan ormanların içinde bir aksiyon filmi çekiyor aslında ve zaman zaman sizi adeta nefessiz bırakıyor. Özellikle sonlara doğru uzadığını hissetseniz bile yine de Güney Amerika'daki bu kaçma kovalamaca ister istemez sizi etkiliyor.
Filmle ilgili yapılması gereken en büyük uyarı ise aşırı derecede şiddet sahnesi içermesi. Uzun zamandır görmediğiniz kadar et parçası ve kanı bu filmde görebilirsiniz. Benim rahatsız olduğum bir sahne olmadı ama sanırım benim bu konularda eşik seviyem baya yükselmiş. Etkilenen baya insan vardı.
Hoş film ama gereken boyutu sağlayamıyor. Yine de Mel Gibson'ın hanesine iyi bir yönetmenlik performansı olarak yazılabilecek bir çalışma.

3/5

Tuesday, March 20, 2007

Sette Kavga



The Hole - video powered by Metacafe


"I Heart Huckabees"i izleyememiştim. Pek iyi şeyler duymamıştım genel olarak karışık ve ne yapıldığınının belli olmadığı bir film gibi yorumlar hatırlıyorum. Yukarıdaki kavga da durumun sette de huzursuzluk yarattığını gösteriyor. Yönetmen David O. Russell ve oyuncu Lily Tomlin arasında geçiyor. Tomlin, sürekli değişen fikirlerden bunalmış anlaşılan. Russell ise resmen patlıyor.



The Hole - video powered by Metacafe


Burada ise başka bir sahne. Yönetmen gözükmüyor. Lily Tomlin yine söyleniyor ve arada tutamayıp kıkırdayan Naomi Watts da arada lafı yiyor ve özür dilemeye çalışıyor. Dustin Hoffman ise daha sakin bir şekilde zerzenişlerde bulunuyor. Isabelle Huppert ise gayet sakin ve neredeyse ortamı görmezden geliyor.

Mutlaka göz atın her an silinenilir.

Bir parça mutluluk için...

"O Şimdi Mahkum"u görmemiştim ama "Asmalı Konak"ı izlediğimde uğradığım hayal kırıklığını hatırlayabiliyorum. O zamanlar baya birşey beklediğim Abdullah Oğuz bence kendini anlamsız bir gösterişe kaptırmıştı. "Mutluluk"u izledikten sonra ise şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Oğuz'u ciddiye almamakla hata etmişim. Gerçekten büyük bir sürpriz bu film. Diğer Türk filmlerine nazaran baya sessiz sedasız çıktı denilebilir. Tabii karşısında Hollywood'un kaslı embesillerinin olmasının da katkısı büyük. Ama yine de dün izlediğim salonun iyi bir dolulukta olduğunu düşünüyorum. Umuyorum, "Babam ve Oğlum" misali bu film de kulaktan kulağa tavsiyelerle hakettiği ilgiyi görür.
Öncelikle filmden aldığım zevkin haddi hesabı yok diyeyim. Birazdan sıralayacağım, beğenmediğim tercihler var belki film içinde ve kusursuz da değil şüphesiz ama bu filmi izledikten sonra kesinlikle belli bir tatmin duygusuyla ayrılıyorsunuz salondan.
Bir namus davası sonucu yolları kesişen üç öyküsünün macerasının anlatıldığı "Mutluluk" bu cazibesini öncelikle Meryem ve Cemal karakterlerine borçlu. Her ikisi de hem o kadar bizden hem de dışarıdan bakmak konusunda yabancılaşmayacağımız derecede bizim dışımızda ki. Onların her bir lafı her bir hareketi seyirciyle de aralarında güçlü bir bağ oluşmasını sağlıyor. Profesör İrfan Kurudal karakterine gelirsek... Soyadı gibi bir adam. Bir bizim memleketimizde rastlayacağımız bu bayat, klişe ve didaktik adamcık örneklemesi filmin tek kötü yanı sanırım. Neden sıkıldığı belli olmadan kendini yalnızlığa adayan ama maalesef acaip yapay replikleriyle de kafamızı şişiren bu aydın idealizminin son örneği insancık karakteri Talat Bulut'un tüm çabalamalarına rağmen diğer ikisinin yanında komik kaçıyor. Ama kabul etmek lazım. Dayanılmaz kılmıyor. Sadece filmi zedeliyor. Ayrıca bu karakterin de tam Zülfü Livaneli'nin didaktik personasına uyduğu düşünülürse filmi yapanları suçlamak içimden gelmiyor açıkçası.
Ayrıca dediğim gibi tüm iğreti yanlarına rağmen film yine de bu garipciği bana kabul ettirdi. Yani ne kadar rahatsız olsam da İrfan karakterini bir derece kabullendim ve filmden aldığım zevki de öldürmeyi başaramadı.


Özgü Namal ve Murat Han resmen inci gibiler. Umuyorum İstanbul Film Festivali'nden başlayarak ikisi de bolca ödüle layık görülürler bu performanslarıyla. Filmin arasında aklıma Meryem tarzı rolleri parselleyen Meltem Cumbul geldi. Şükrediyorum, iyi ki yapımcılar bu tuzağa düşmemişler. Namal bu karaktere getirdiği boyutla Cumbul'un elinden bu rollerin hepsini kapabilir. (ve her hangi birinden de daha iyi olduğunu söyleyebilirim.) Ciddi anlamda gözlenmesi gereken bir başka yetenek ise Murat Han. Cemal karakterini resmen üstüne giymiş. Normalde Amerika'da yaşıyormuş sanırsam. Umuyorum daha sık görebiliriz kendisini. Yani bu ikisi hakkında her türlü klişe övgüleri sıralamak istiyorum. O kadar mükemmeller yani.
Gelelim filmin gizli kahramanına Abdullah Oğuz, resmen 'sinema' yapmış. Senaryonun arada sarkan yerleri mevcut ama ben oyuncuların yanında Oğuz'un anlatımı sayesinde de hiçbir şekilde filmden uzaklaşmadım. Ufak ayrıntılarda saklı ama en bilinçsiz izleyecinin bile anlayacağı görsel tercihler sadece öyküye ve o anki atmosferle karakterlerin durumlarına hizmet ediyor. Ayrıca mekan kullanımı açısından da filmin çok başarılı olduğunu belirtmeliyim. Bununla birlikte görsel kullanımın da getirdiği avantajla pek çok unutulmaz sekans var filmde. Teknik açıdan Türk sinemasında rastladığımız en temiz işlerden birisi var.
Film çok güzel. Ve gerçekten en azından bir kere görülmeyi hakediyor. Bu filmi başı eğik ayırmayın vizyondan. Umuyorum yurtdışında d bolca izlenme fırsatı olur.

3,5/5

Thursday, March 15, 2007

Festival geldi bile...

Buralarda olabilirsem dolu dolu bir festival yaşayacağım gibi gözüküyor. Açıkçası bu sene festival çok garip. Tüm hit fimler galalara toplanmış vaziyette (yani vizyona girme olasılığı yüksek) ya da zaten vizyona girdi. O yüzden pek bilinmeyen filmler arasından seçim yapıyoruz. Bunun yanında yakın zamanda gerçekleşen Berlin ve Sundance festivallerinden de filmler bulunuyor. Dolayısıyla bu sene baya bir keşif yapacağız sanki. Bu hafta sonu sıraya girip biletleri alın derim. Zira yine çoğu seans dolu geçecek gibi gözüküyor.
Açılış filmi bu sene başka seansta oynamıyor ancak Özpetek'in filmi zaten vizyona girecek. Kapanış filmi "The Good German"ın ise vizyona gireceği kesin değil. O yüzden ilginizi çektiyse mutlaka yakalamaya çalışın derim.
Yarışmada ben çoğu filme gitmeyi planlıyorum. Ancak bu filmdekilerin hiçbirisi gözü kapalı seçilecek filmler değil. Çünkü sevenleri olduğu kadar sevmeyenleri de çoğunlukta. Sanırım "Lady Chatterley" bu anlamda aralarından sıyrılıyor. "Tekrar" ve "Ağlama Sanatı" da ümit vaat ediyor. Çok süper eleştiriler almadı ama "Factory Girl"ün de iyi ve övülen oyuncu performansları mevcutmuş.


Yarışma dışı bölümünde "Venus"ü tavsiye ederim. Sadece efsane oyuncu Peter O'Toole için değil. Kureishi - Michell ikilisinin eğlenceli ama dokunaklı öyküsü için de.
"İnsan Hakları" bölümünde Cannes'da yarışmış ve bu senenin baya sevilen filmlerinden birisi "İsimsiz Kahramanlar" gösterilecek. Festivalin hitlerinden birisi olacağı kesin. "Flanders" herkese göre değil deniyor ama ben oldukça meraklıyım bu film hakkında. "Kurak Mevsim" ve "Keman" ise çokça övgü toplamış durumda.
Galalar'a ben gitmiyorum. Ama Emek dışındaki seansların normal fiyatlardan satıldığını hatırlatayım. Buradaki filmlerin çoğu zaten vizyona girecek. O yüzden bence festival sırasında bunlara vakit ayırmak anlamsız. Yalnız "Yeni Dünya" için çok iyi şeyler söyleniyor ve vizyona girecek mi emin değilim. İlle de vizyonu bekleyemem derseniz bölümün izlediğim iyileri Pan's Labyrinth ve Little Miss Sunshine. Marie Antoinette 'bence' biraz hödük bir film ama vizyona girip girmeyeceği kesin değil. İlgiliyseniz burada şansınızı deneyin. Ama asıl gala görmek istiyorsanız "Kaldırım Serçesi"ne gidin. Daha bir ay önce Berlin'de galası yapıldı. Yani çok taze.
"Yıllara meydan okuyanlar" bölümünde ciddi favori olan filmler "Daima Güzel" ve "Kalpler". Burası güçlü bir bölüm. Aslında herhangi bir filmle de şansınızı deneyebilirsiniz.
"Dünya Festivallerinden", Burada "After the Wedding"i izledim ve beğenmiştim. Hoş bir aile dramı. Hafif bir "Babam ve Oğlum" etkisi yaratabilir. "Fay Grim"den ben pek memnun kalmadım. Zaten Hartley bilmiyorsanız kesinlikle cesaret etmeyin. Burada ciddi favori durumundaki filmler: "Yaz Sarayı", "Old Joy" ve "Durgun Yaşam"... Ancak genel olarak Dünya'dan hoş eleştiriler almış filmler var bu bölümde.
"Genç Ustalar", Bu bölümün en çok övülen filmlerinden birisi "Red Road". Onun dışındakilere kitapçıktan bakıp ilgi alanınıza göre gidin derim.
"Belgesel Kuşağı"nın favorileri... elbette "Dixie Chicks" en başta yer alıyor. Lennon, ve "This Film..." karışık eleştiriler aldı ama yine de gidilebilir duruyor.
"Mayınlı Bölge" adı üstünde dikkatli olunması gereken bir bölüm. Ben baya bir film seçtim ama dikkatli olmak lazım. İyice okuyup araştırmadan gitmeyin. Chan Wook Park'ın son filmi "I'm a Cyborg but that's OK" bu bölümde. Bunun dışında Offscreen, Paraguay Hamağı ümit vaat ediyor. "Yalnız Yatmak İstemiyorum"a Tsai Ming Liang'ın filmografisi hakkında bilgi sahibi olup öyle gidin gidecekseniz. Çünkü yarısında terk edilen filmler genelde onunkilerdir.
"Gece Yarısı Çılgınlığı"nda Hedwig'i sevmişseniz Shortbus'tan da büyük ihtimalle hoşlanacaksınız. Bu aralar izleyebileceğim. Ayrıntılı raporu sunarım.
Vizyona da giren 13'ü beğendiyseniz yönetmenin yeni filmi "Miras", Sundance'ten hemen sonra "Kafkaslar.." bölümünde.
"Çıkış Yok"ta "Lüks Araba" ve "İşte İngiltere Bu" iyi gibi gözüküyor. "Running with Scissors"ı izledim. Eğer oyuncularına karşı bir zaafınız yoksa pek zahmet etmeyin. Çünkü filmin tek kozu onlar.
Eskiler konusunda bir tavsiyede bulunmuyorum ama Passolini, Van Sant gibi yönetmenlere aişna değilseniz bence bir göz atın programlarına. Özellikle Passolini'den "Mamma Roma"yı tavsiye ederim. Eğer Bob Fosse'nin Cabaret'sini izlememiş olmak gibi bir kusurunuz varsa büyük perdede izleme fırsatını kaçırmayın derim.
"Anılarına" bölümünde çok iyi filmler var. Üstelik bunlardan bir tanesi de yeni. Robert Altman'ın "A Prairie Home Companion"ı gösteriliyor. Müthiş kadrosuyla (Meryl Streep, Lily Tomlin, Kevin Kline vs. vs.) Altman sinemasının klasik bir örneği, eğlenceli bir müzikal ve vizyona da girecek gibi gözükmüyor. O yüzden kaçırmayın derim. Bunun dışında bu bölümde Imamura ve Bergman'a da şans tanıyın.
Şimdilik bu kadar ekstra birşeyler duyduğum takdirde bloga eklemeler yaparım.

Wednesday, March 14, 2007

Beyinsiz bir kas yığını

Bryan Singer, Christopher Nolan ve Sam Raimi gibi sinemacıların yaptığı çizgi roman uyarlamalarının Dünya çapında her iki taraftan da saygı görmesinin bir nedeni var. Çünkü adamlar herşeyden önce 'sinema' yapıyorlar. Frank Miller'ın ürünleri aslında daha en baştan diğer çizgi romanlardan ayrılıyor. Ancak Miller'ın öykülerinin aynen uyarlanma fetişi kesinlikle ortaya bir sinema çıkarmıyor. "Sin City"yi beğenmiştim, bence çok daha sinematografik karakterleri ve bir öykü akışı bulunuyordu. Hadi abartmayalım karakter değil ama tipleri en azından saygın türlere bir selam da çakıyordu. Bir de tabii kesinlikle işinin ehli Robert Rodriguez'in elinden çıkması da büyük bir artıydı.
"300"e geldiğimizde, en baştan zaten epik türünde olması onu bir sinema türü için de riskli bir bölgeye sokuyor. Çünkü epik filmler çok kolay bir şekilde klişeleşebilecek ve direkt vasata kayacak bir sınırda gezinirler. İşte bu aşamada da epik filmleri yapanların zekası işe girer. Bunun için sinemadan da anlayan David Lean, William Wyler, Stanley Kubrick ya da en yakın üstat Ridley Scott gibi olmanız gerekir. Yoksa yaptığınız şey Cüney Arkın filmlerini mumla aratabilir.
"300" için herşeyden önce büyük bir rahatlıkla 'beyinsiz' ibaresini kullanabilirim. Mahalle delikanlılığı ya da kamyoncu kültüründen çıkma laf gevelemeleriyle film kesinlikle size dolu bir şeyler sunmuyor. Burada zeki ya da sığ olma diye birşey söz konusu değil. Çünkü bu sıfatları sağlayan bir organ bu filmde maalesef yok. Anlamsız bir şekilde çıkan bir savaştan sırf karizmatik vücutlular ve ana karakterlerimiz oldukları için taraflarını tuttuğumuz bir güruh söz konusu. Olayların gidişi ise klasik bildiğimi savaş tripleri ya da Sparta'da yaşanan politikanın kaynayan kazanı manzaralarından ibaret. Ama bunlar bile o kadar anlamsız geliyor ki. Sadece milletin bir birinin kafasını nasıl kestiğini izliyorsunuz film boyunca. Ve şunu da belirtmek isterim onca klişe olguya da resmen bir tarafınızla gülüyorsunuz. İşin politik ve etik kısımlarıyla hiç ilgilenmiyorum. Bu sonuçta bir fantazidir ve her tarihi filmde de gerçeklerle ilgilenmek zorunda değildir diye düşünürüm.
Filmin savunucularının tek sağlam kalesi ise görsellik. Evet filmin görselliği tam ama bu sahneleri ağzından salya akıtarak izleyen kişiler herhalde TV'de reklam ya da video klipleri hiç izlemiyorlar. Boş senaryoya bir de ortalıkta salınan anlamsız 'estetik kaygı'lar eklenince iş daha da bir komik oluyor. Herşeyden önce filmin tercihleri sığınabileceğiniz tek alanı sizden uzaklaştırıyor. Savaş sahnelerine bariz bir şekilde yabancılaşıyorsunuz. Oturup savaşı değil, küçük reklam ve klip tricklerini izliyorsunuz. Yani bu 'görsellik' de filmi katlanılmaz bir hale sokuyor. Artı aşırı gösterişçi tarzı bir hiç olan konuyla birleşince ekstra bir şekilde manadan yoksun hale geliyor.Oyuncularda bir numara yok. Hepsi kas yapmış traşlanmış ve kameranın önüne koyulmuş. Her fırsatta da kemaraya dönüp öküz gibi bağırmaları istenmiş. Yine de Gerard Butler'dan özel olarak bahsetmek isterim. Adam benim gözümde gerçekten iyi oyuncu olduğunu kanıtladı. Yani bu cibilliyetsizlikte bile o tipi canlı tutmaya çabaladığını resmen görüyorsunuz. Sevdiğim oyunculardan Dominic West acaip klişe. Ama en büyük skandal herhalde Rodrigo Santoro'dur. Alınmış kaşları ve gerçek sesinin 10 kat kalınlığında bir bas sesle Pers Kralı olarak gerçekten komik.
Bu filme harcayacağınız vakti Spartacus, Ben-Hur ya da Gladiator'le geçirmenizi tavsiye ederim. Pek çok kişinin burun kıvırdığı ama benim gayet sevdiğim Braveheart ve Kingdom of Heaven bile bunun yanında cennetten çıkma gibi duruyor.
İşin en ilginç yanı ise bu filmin şu an gördüğü çılgınca ilgi. Popcorn sinemasını çok severim. Epik filmlerde gaza gelmeye de bayılırım ama 300'ü nasıl bu kadar insan yiyor anlamış değilim gerçekten. Sanırım internet şu aralar ergenlerin kuşatması altında. Açıkçası zaman içinde bu filmin nasıl birşey olduğunu görenlerin de artmasını umuyorum. Yoksa gerçekten Dünya nüfusunun zeka seviyesi baya düşmüş demektir.

PS. Yine bu hafta izlemiş olmam çok tuhaf ama şunu söyleyeyim. Bir çocuk filmi olan "Terabethia"yla karşılaştırınca olgun olmanın yolunun kanlı sahnelerden geçmediğini de anlamış bulunuyorum.
1/5

Monday, March 12, 2007

Kieslowski Cenneti'nden çıkma


Büyük usta Krzystof Kieslowski'nin "Üç Renk" üçlemesini bitirdikten sonra aniden aramızdan ayrılışı nedeniyle yeni üçlemesi de yetim kalmıştı. Ancak uzun zamanlı senarist ortağı Krzystof Piesewicz, üstünde çalıştıkları "Cennet, Cehennem ve Araf" projesini devam ettirme kararı almıştı. Üçlemenin ilk ayağı Tom Tykwer yönetiminde Cate Blanchett & Giovanni Ribisi'nin enfes performanslarını da içeren sağlam bir filmdi. Yine de "Heaven" ne olursa olsun ağzımızda buruk bir tat bırakmıştı. Filmi iyi olmasına iyiydi ama Kieslowski'nin çok farklı birşey çekeceğini de gün gibi biliyorduk. "Heaven" çok konuşuldu çok tartışıldı. Ancak serinin ikinci filmi "L'enfer" maalesef o kadar ilgi göremedi.
Geçen sene İstanbul Film Festivali'nin azizliğine uğramış ve son anda programdan çıkarıldığı için izleyememiştim. Film hakkında o andan beri hep enfes yorumlar duydum. Ancak bu kadar iyi temellere ve övgülere sahip olmasına rağmen "L'enfer"i bulmak hiç de kolay olmadı. Üstelik hala pek çok kişi bu filmin varlığından haberdar değil.
"No Man's Land"le Oscar alan Danis Tanovic'in yönettiği bu filmi izleyince kesinlikle pişman olmayacaksınız. Herşeyden önce Tanovic, filme tam da istediğimiz gibi bir tat vermeyi başarmış. Filmin içinde Kieslowski'ye ufak göndermelerin yanında görsel ve anlatım tercihleri açısından yönetmenin tarzının dışına çıkmamış. Elbette Kieslowski bu filmi yapmış olsaydı kendini tekrar ettiğini söyleyerdik belki de. Ama şu koşullarda filmin büyük ustaya bir saygı duruşu niteliğinde olduğunu kabul etmek.
Tüm bu ön bilgileri çıkardığımızda bile "L'enfer" yine de çok sağlam bir film. Mitolojideki Medea karakterini kaynak alan ve bunu öyküye mükemmel bir şekilde yediren bir senaryoya sahip. Farklı yaşamlar süren üç kızkardeşin tam Piesewicz & Kieslowski usulü ortak ve kesişen dertleri üzerine gidiyor. Enfes görüntüleri, hesaplı kurgusu, etkileyici müzikleri ile sizi içine çekiyor. Melankoliye kapılıyor, çoğu zaman da midenize bir yumruk yemiş gibi hissediyorsunuz. Harem Suare'den tanıdığımız Marie Gillain, en fetiş hisler beslenesi oyunculardan Emmanuelle Béart ve ilk defa karşılaştığım Karin Viard'ın performansları çok iyi. Filmin bir de Carole Bouquet sürprizi mevcut.

Kieslowski hayranıysanız bu filmi görmek zorundasınız. Sanki usta aramıza geri dönmüş gibi hissedeceksiniz.

4,5/5

Kevin Smith'e teşekkürler...


Amerika'da vizyona giren filmlerin eleştirildiği Ebert & Roeper'da geçtiğimiz haftalarda Kevin Smith konuk olmuştu ve yine o esprili stand-up modunda filmler hakkında görüşlerini açıklamıştı. Smith, benim çok sevdiğim bir yönetmendir ve şaşırtıcı bir biçimde "Bridge to Terabethia"yı baya bir övdüğü zaman hiç görmek gibi bir niyetim olmamasına rağmen filmi görmeye karar verdim. Açık söyleyeyim film başladıktan itibaren 20 dk. kadar Smith'e en babasından küfürlerimi salladım. Ama sonradan da pişman oldum.
"Bridge to Terabethia" herşeyden önce bir çocuk filmi ve Dünyaca ünlü bir çocuk kitabından uyarlanmış. O yüzden çocuk filmlerine alerjiniz ve önyargınız varsa yazıyı okumayı şu andan itibaren bırakabilirsiniz.
Film benim uzun zamandan beri gördüğüm bu türe ait en iyi film. Fantastik öğeler ve gerçeklik algısı üzerine resmen çocuk zihninin içine girmeyi başarıyor ve karakterler oluşturulurken seyircide ciddi bir empati kurulması sağlanıyor. İlk başlarda basit bir çocuk macerası gibi gözükürken film ilerledikçe daha bir büyüyor ve olgunlaşıyor. Türün pek çok örneğinin giremeyeceği alanlarda (din ve ölüm gibi) cesur hamlelerde bulunuyor. Tamamiyle 'coming of age' tarzında ilerleyen film iki ana karakteri üzerinden yaratıcılık ve sorumluluk öğelerine de yine olgun bir boyutta bakıyor. Hiçbir şekilde kuru ahlakçılığa ve didaktikliğe yer vermiyor.
Filmin ciddi anlamda tek dezavantajı fazla basit ve eski moda çekim tekniklerine sahip olması. (efektlerden bahsetmiyorum) İnsanın içinden 'biraz daha kassalarmış' diye geçiyor. Ancak yine de bu tamamen bir eksiklik değil. Çünkü filmin bu tercihi filmin öyküsünün gösterişten uzak olmasıyla da uyuşuyor. Yani eksik hissedilse bile çok yerinde bir tercih olduğu aşikar.
"Bridge to Terabethia", kendisini gösterişe kaptırmadan da pek çok şeyin aşılabileceğini gösteren bir film. Etrafınızda küçükler varsa onlara gönül rahatlığıyla izletebileceğiniz bir zekaya da sahip. (Küçük oyuncuların takdire şayan performanslarını da atlamayayım)

Dediğim gibi bu bir çocuk filmi. O yüzden tavsiyemi çocuğunuz, yeğeniniz ya da kardeşinizi götürmek üzere kullanın ve filmi bunu bilerek seyredin. (Çok küçük de olmasınlar çünkü film o kadar da toz pembe değil ve trajik olayları da içeriyor) Ama türünü gözetmeksizin Terabethia'nın hedefi 12'den vurduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.

3,5/5

Saturday, March 10, 2007

The Wire: Hamsterdam'ın cazibesi...

Önce varoşlar, sonra rıhtımlar şimdi de hükümet konağı. "The Wire"ın 3. sezonunda politika daha da bir işin içine giriyor. Bir önceki sezonda seyirciye ekstradan sunulan sokaktaki gelişmeler bu sefer bizim işimize yarıyor. Ana karakterlerimiz geri dönüşte bocalarken biz onlar kadar olaya yabancı başlamıyoruz. Ancak yine de 3. sezon işleyen dinamikler açısından şimdiye kadarki en karmaşık sezon. Belediye koridorlarında dönen dolaplar olaylara organik bir şekilde bağlansa bile mesela rıhtımlardaki kadar olayın içinde yer almıyor.
Sezonun en yaratıcı konusu ise şüphesiz Baltimore'da yaratılan (H)Amsterdam projesi. Dizinin genel gerçeklik yapısına biraz ütopiklik kattığı kesin ancak David Simon ve ekibi burada da dahiliklerini konuşturuyor ve olaya ne kadar hakim olduklarını gösteriyor. Diziyi bilen çok az kişi olduğunu farkındayım o yüzden çok fazla konulara ayrıntılı girmiyorum ama "The Wire"da değişen hiçbir şey yok. Yine pek çok karakter onları benimseyeceğimiz şekilde tanıtılıyor ve sanki hayatımızın bir parçası haline getiriliyor, yine asıl olaya girmek konusunda zaman tanınıyor ve en olmadık yerlerde de aniden vuruyor. Ama genel olarak Baltimore'un çürük yapısı değişmiyor. Ve sezon sonunda sarfedilen laf: "Herşey politika değildir, polis performansı da önemlidir." Herhalde daha iyi bir ironiyle bitirilemezdi. Teğmen Daniels da seyirci de orada gülse mi küfür mü etse bilemiyor. Oyuncular yine çok iyi ama bu sezonun yıldızı bence Stringer Bell rolündeki Idris Elba. Dizinin ana kötüsü haline geldikçe daha da üç boyutlu bir hale geliyor.
"The Wire", TV'deki en iyi şey. Diziden çok bir film hatta daha da çok enfes bir roman kalitesinde. Bu ay Digiturk'te açılacak MyMax kanalında başlıyormuş. Arada belki sansür yer ama hiç izlememekten iyidir. 1. sezona mutlaka göz atın. Bense 4üncünün DVD'sinin çıkmasını bekliyorum.
3. Sezon: 5/5

Thursday, March 08, 2007

Superman ölürse...

Christopher Reeve'in başına gelen o inanılmaz kaza sonrasında herhalde en çok bizim neslimiz şok olmuştu. Ölümünde de büyük bir hüzün duyduk. Kolay değildi. Sonuçta küçükken o belki de hepimizin idolü konumundaydı. Ve Superman'in sakat kalması ya da ölmesi gibi birşey söz konusu olamazdı. Tabii ki o nesil büyüdüğü için ciddi travmalar yaratmadı bu durum. Ancak 1950'lerde TV'de 7 sezon boyunca Superman'i canlandırmış olan George Reeves'in intihar ederek öldüğü ortaya çıktığı zaman, dizinin hayranı olan küçükler büyük bir şokla karşılaşmışlar. "Hollywoodland", görünüşe göre bir başka Hollywood gizemi haline gelen bu ölümün arkasında gerçekleri arayan bir dedektifin yaşadıklarını anlatıyor.
Film bir noir denemesi olarak sunulmasına ve türle ciddi akrabalıklara sahip olmasına rağmen saf bir noir değil. Herşeyden önce Adrien Brody'nin canlandırdığı dedektif karakteri tam bir noir dedektifi değil. Çünkü daha hayatın sillesini tam olarak yememiş. Aynı şekilde film boyunca karşımıza çıkan pek çok femme fatale ve kötü adam adayı da türün klasiklerinin dışına çıkıyorlar. Flashback kullanımı ile durum iyice coşuyor. Film aslında noir kalıplarını az biraz kullanırken Hollywood'daki stüdyo sisteminin eleştirisine ve hüzünlü bir biyografiye dönüşüyor. Son derece seyirciye uygun ve rahat izlenir bir film yapmış Alan Coulter. Çok fazla ayrıntılarda boğulmuyor ve hangi karakteri ile ilgili neyi ortaya çıkarmak istiyorsa onu çıkarıyor. Coulter; Sex and the City, The Sopranos ve Six Feet Under gibi dizilerde çok başarılı bölümlere imza atmış ve bu da ilk filmi.
Yalnız yine de flashbackler ve soruşturma anı arasında fazla bir kopukluk olması zaman zaman seyirciyi sıkabilecek bir duruma sahip. Şöyle ki filmin belli kısımlarında Reeves'in öyküsü ile soruşturmadan daha çok ilgilenir hale geliyorsunuz. Buralarda noir kullanımını biraz daha abartsalardı bence seyircinin soruşturma konusuna da aynı ilgiyi göstermesini sağlayabilirlerdi.
Adrien Brody işte bu silik öyküden biraz zarar görüyor gibi. Gayet iyi ama öyle aman aman etkileyemiyor. Diğer yandan Bob Hoskins ve özellikle Diane Lane'i izlemesi çok daha fazla keyif veriyor. Ama filmin en iyisi Ben Affleck. Kariyerinin en iyi performansını veriyor. Bu senenin de en iyilerinden şüphesiz. Oscar'a aday gösterilmemiş olması büyük haksızlık. 50'lerde bir aktör olma işini kendisine iyice yedirebilmiş. Hem gerçek hayattaki halleri hem de kamera önündeki mimikleri dönemi çok iyi canlandırıyor. Ve her an gözlerinde o hüznü çok iyi yerleştiriyor. Ayrıca soruşturmadan çok biyografiye ilgi göstermemizin en büyük nedeni de inandırıcılığı zaten.
Hollywoodland, ilgilendiği konular üstüne daha etkileyici bir atmosfer yaratabilir. Ya da öykü revizyona gidebilirdi. Ama bu haliyle bile gayet keyifle izleniyor.

3/5

Wednesday, March 07, 2007

Yeni nesil ne hallere düşmüş...

Sanırım bu adamın her filminden sonra söyleyeceğim şu lafı: "Nick Cassavetes babasına hiç çekmemiş." Yani bağımsız yapı ve kaliteli bir bakışın ötesinde adamın elindeki materyali değerlendirememesi gibi bir sorun var bence. Şimdiye kadar kötü bir filmini seyretmedim ama filmlerinin her biri içindeki malzemelerle bomba etkisi yaratacak bir güce aday olmalarına rağmen sadece ortalama olmakla yetiniyorlar.
"Alpha Dog" da bir istisna değil. Kesinlikle çok güçlü sözler sarfeden hatta belki de baya önemli bir film bu. Ve hiç şüphesiz ciddi anlamda da sizi etkilemeyi başarıyor. Ama çok daha fazlasını da yapabilirdi. Öncelikle filmin en büyük sorunu fazla dağılmış olması. Tarihin belki de en gerzekçe (yaşanmış bir olay olduğunu hatırlatayım) kaçırılma öyküsünü anlatan film ilk başta, karakter ve ortamların tanıtılması için fazladan mesai harcıyor. Kaçırılma anıyla birlikte oldukça hoş bir dinamizm kazanıyor ve bunu bir süre daha devam ettiriyor. Ondan sonra bu öykü de zamanla kabak tadı vermeye başlıyor. Aralarda tekrar düzeliyor. Ve finaline doğru da doruk noktasına çıkıyor. Ama sonra tekrar ritm aşağı düşüyor ve sonlarını da fazla uzatıyor.
Özellikle başlarda ciddi sabırlı olmanızı tavsiye ederim. Çünkü bir halt konuşmayan, sürekli şebek şebek ortada dolaşan, kavgaya tutuşan ve her daim kafası dumanlı tipler görüyorsunuz. Bu sıkıntı verebilir. Ki diyaloglar da mesela boş olmalarına rağmen Tarantino usulü bir karizma barındırmıyorlar.
Yine de genel anlamda baktığımız zaman film aslında tamamen dayandığı bu gerçek öyküye hizmet ediyor. Yani diyaloglar bomboş diyebiliriz ama zaten bu film de bomboş veletleri işliyor. Boylarından büyük işlere kalkışarak bir nevi evcilik oynayan, anne-baba denetiminden yoksun, kendilerini kaybetmiş tipler. Ne olursa olsun gerçekçi bir hava katıyor. Ama yine de filmi izlerken canınızı sıkabilir.


Oyuncular filmin en büyük artısı şüphesiz. Onca aptalca diyalog sarfetmelerine rağmen tüm kadro gayet gerçekçi bir manzara çıkarıyor ortaya. Ve hiç şüphesiz çekimler sırasında da çok eğlenmiş gözüküyorlar. Justin Timberlake, oyunculuk kariyerinde ciddi başarılara imza atabilecek yeteneğe sahip olduğunu gösteriyor. Canlandırdığı karakteri unutulmaz kılmayı bilmiş. Bunun yanında bir bukalemun olarak nitelendireceğim Ben Foster, Jake Mazursky rolüyle çok etkileyici. Adamın nasıl kılıktan kılığa girdiğini görmek istiyorsanız bir de X-Men 3'teki haline bakın. Six Feet Under'ın da son 3 sezonunda yer alan oyuncu orada da her sezon neredeyse bambaşka farklı boyutlar kazandırmayı başarmıştı kariyerinde. Burada abartılı oynadığını düşünsem de yine çok etkileyici olduğunu kabul ediyorum. Eğer kariyerini düzgün devam ettirirse ileride büyük adam olacağı kesin. Sharon Stone & Bruce Willis (çok yaşlanmış) konuk oyunculuktan öteye gidemiyorlar. Yine de Stone'un özellikle filmin sonlarındaki sahnesi sizi koltuğunuza gömebilir. Aslında gerçekten de tüm kadro o bölgede yaşayan insanların tüm abartılarını performanslarına taşısalar da bunu gerçekçi kılmayı beceriyorlar.
"Alpha Dog" herkesi çok etkileyecek bir film. Filmin içindeki dinamizm ve bilgi aktarma sorunlarına rağmen bitimine kadar sabredin diyeceğim. Sonuçta süreçten memnun kaldığınızı göreceksiniz. Film popüler olursa çevremizde 'gençlerin yetiştirilmesi ve başı boş bırakılması' üzerine baya geyik döneceğinden de emin olabilirsiniz. Günahıyla sevabıyla görülesi ama çok iyi olma fırsatını da elinden kaçırmış bir film.
Not: 2,5/5

You Tube'a Yasak!

Evet artık resmen İran'a döndük. YouTube yasaklandı. Neden? Çünkü bir user'ı bize ve Atatürk'e laf eden bir video koydu diye...
Peki sorarım bu anlayışı kıt savcılıklara ve bu dangalaklığa sebep olanlara...
Bir user'ın videosu neden koca bir platforma ulaşmamızı engelliyor? Çok rahatsız olduysanız siteye ulaşın ve videoyu kaldırmalarını söyleyin. Dünya'nın geri kalanındaki evrimini tamamlamış yetkililer öyle yapıyor.
Ayrıca siteye erişimi yasakladınız da ne oldu? Dünya'nın geri kalanı gayet kolay bir biçimde giriyor, biz göremiyoruz. Yani kime ceza vermiş oluyorsunuz onu idrak ediyor mu kafanız acaba?
Bu insanlara iş güç lazım. Fazla boş durduklarından beyinleri artık fonksiyonlarını yerine getiremiyor.

DNS ayarlarınızı değiştirmeyi bilmiyorsanız, http://208.65.153.251/ linkinden siteye ulaşabilirsiniz.

Tuesday, March 06, 2007

Friday Night Lights


Amerikalıların gerçekten salak olduklarının bir kanıtı daha karşınızda. Bu sezonun izlediğim en iyi dizisi ve Amerika'da reytingleri yerlerde sürünüyor. NBC'nin 2006 sonbaharda başlayan dizisi "Friday Night Lights" eleştirmenlerden büyük ilgi gördü ve bu senenin en büyük coşkuyla karşılanan dizilerinden oldu. American Film Institute'de (AFI) diziyi daha sezonu bile tamamlanmadan 2006'nın en iyi 10 dizisi listesine koydu.
NBC'nin TV'de kaliteyi sürdürme gibi bir sloganla FNL'i yayından kaldırmayacağı hatta 2. sezon siparişi vermesinin de büyük bir ihtimal olduğu söyleniyor. Umarım yaparlar çünkü bu dizi cidden çok sağlam. Sadece bir dizi olarak değil. Herşey olarak.
Dizinin ilk 5 bölümünü seyretme imkanı buldum. (Bu arada filmi izlememiştim.) Son yıllarda iyice alıştığımız Amerikan Bağımsız sinemasının izlerini taşıyor. Gerek teknik seçimler, gerek karakterler olsun. Sade ama etkili performanslar ve sağlam bir alt metin çerçevesinde gündelik diyaloglarla. Dizi, bu türe uygun olan "aşağıdan başladık ama zirveye çıktık" formülünü takip etmiyor. Texas'da, kadın-erkek, yaşlı-genç herkesin kafayı futbolla bozduğu bir kasabada zirvede bir takımı anlatıyor. Ama Texas'tan bahsediyoruz. Gayet muhafazakarlar ve anlayışları kıt. İşte takımın başına yeni gelen koçun da en büyük sorunu bu oluyor.
Dizi, 'gerçeklik' olgusu açısından "The Wire" aşık atacak nitelikte. Açıkçası liseli gençleri işleyen dizilerden çok fazla hazzetmem. Yani daha 15 yaşındaki veletlerin, ortalıkta hiç ebeveynleri olmadan tek başlarına dünyayı kurtarmaları, vampirleri avlamaları, cinayetleri çözmeleri falan bana hep abuk gelmiştir. Ve hiçbir dişe dokunur yanları olduğunu da düşünemiyorum. (Alt metinleri ne kadar sağlam olursa olsun)
FNL, 'teen-soap' türünde gezinirken kendisini de hiç cıvıklaştırmayan A kalite bir dizi. Kyle Chandler başta olmak üzere tüm kadro, dizinin tercihlerinin de büyük etkisiyle güçlü performanslar gösteriyorlar. Umarım NBC, diziyi iptal etmez. Ve umarım, bizde de düzgün bir yayın şansına sahip olur. Hele cnbc-e'nin yayınladığı onca salak lise dizisinin yanında buna cennetten gelme muamelesi yapması gerek. Ve son bir not. Amerikan futbolunu iyi bilmenize gerke yok. Bu dizi onu sadece çok iyi bir araç olarak kullanıyor.

5/5

Sunday, March 04, 2007

Pop! Goes My Heart



Hugh Grant & Drew Barrymore'un oynadığı "Music & Lyrics" Mart'ta vizyona girecek bizde de. Filmi fragmanını izlediyseniz bilirsiniz. Grant 80'lerin aşırı popüler ama artık unutulmuş müzik grubu "Pop"un bir üyesini oynuyor.

Film büyük ihtimalle şöyle böyle birşey çıkacak ama bu şarkı (ve albümde çok daha fazlası var. Hem günümüzün hem de 80'lerin şarkılarına süper yaklaşmışlar ve kendi evrenlerinde çok doğru kopyalar yaratmışlar. ) çok eğlenceli. Ama özellikle Hugh Grant çok komik olmuş.

80'lerin bir daha gelmemesi dileğiyle. İşte "Pop" ve "Pop! Goes My Heart".

Friday, March 02, 2007

"Ulak" geliyormuş...

Çağan Irmak ve Avşar Film yine bir işbirliği içindeler. Ama neyin ne olduğu çok belirsiz. "Ulak" adlı filme ait basın bülteninde inanılmaz az bilgi veriliyor. Ne kadrosu, ne öyküsü hiç birşey. Sadece eski zamanlarda geçen bir intikam öyküsü olduğunu biliyoruz. Sanırım bu fotolar da çekimlerden falan değil. Büyük ihtimalle bu basın bültenine özel çekilmiş. Filmin çekimleri başlasaydı en azından oyuncu kadrosunu duymuş olurduk diye düşünüyorum.
Neyse bakalım Irmak bu sefer nasıl birşey çıkaracak. Bu arada resimdeki adam (adam olduğunu tahmin ediyorum :p ) gözlerine bakın. Mehmet Günsür sanırım o.. ???

Türkiye için ilginç bir strateji orası kesin. Tabii o kadar da değişik olmayabilir. Biz ki filmin çekimleri başlamadan fragmanlarını izlemiş bir toplumuz. :)

Thursday, March 01, 2007

Bir şey beklemeyin...

Ben eleştirilerin ne kadar kötü olduğunu bile bile sırf Jim Carrey ne yapmış diye görmeye gittim. Bir de Joel Schumacher'in filmlerini izleyip adama sövmek ve "Yaşına ve onca deneyime rağmen bu adam hala nasıl bu kadar zevksiz kalıyor?" başlıklı anlamsız tartışmalara girmek nedense benim zaaflarımdan birisi sanırım. Zira adam çektikçe ben izlemeye devam ediyorum. Ne zorum varsa...
Fragmanı izleyenler görmüştür Carrey bu sefer bir paranoya öyküsünde başrol oynuyor. Ama işin ne paranoyas, ne gerilimi hiçbir şekilde ciddiye almanız mümkün değil. Eğer bu filmde birazcık bile olsa heyecanlandıysanız eşik seviyeniz oldukça düşük demektir.
Öykü, senaryo o kadar gereksiz ve TV işi ki, rolü için kendini paralayan Jim Carrey'e acımaktan başka birşey gelmiyor elden. Üstelik gerçekten de uğraşmış ve güçlü bir performans da sergilemiş. Özellikle hayal sahnelerine cuk oturmuş. Ama acınacak halde kesinlikle çünkü ortada doğru düzgün bir senaryo yokken rol kesmeye çalışan oyuncular en zavallıları oluyor. (Bir de bariz Carrey personası işin paranoyayı ciddiye almanızı belki zorlaştırabilir. Ama bu da oyuncunun eski günahlarının suçu)
Schumacher, özellikle kitap sahnelerinde hoş atmosferler falan yaratmış ama dedim ya hiçbirşeyi yutmuyorsunuz ve onlar sadece hoş kareler olarak kalıyorlar. Ve zaman içinde ara sıra maalesef Jim Carrey'nin bu ilk gerilim denemesi de istenmeden komedi haline dönüşüyor.
Ben bu filme neden bu kadar yer harcadım onu da kendime soruyorum şu anda. Katıksız Jim Carrey hayranları gitsinler. Ama filmin sadece star oyuncusu olan bir TV filmi olduğunu unutmayın.

PS. Virginia Madsen da nasıl yazık etti kendine. Sideways'le çok güzel bir şans yakalamıştı halbuki.

Not: 1/5