Sunday, December 31, 2006

Herkese Mutlu Yıllar...

Yeni yıla girerken bolca eğlenin ki bütün sene öyle geçsin.
(Tercihen ayık olun, resme özenmeyin)

Saturday, December 30, 2006

Bir de bu vardı...

Warner Bros sağolsun "A Scanner Darkly"yi sadece birkaç sinemada oynatınca benim aklımda tamamen vizyona girmedi, ama herhalde sinemalara uğrar şeklinde kalmış. Halbuki erkek oyuncularda çok da güzel başarmıştım filmi hatırlamayı. Böylece bir hata yapmış oldum ilk 10 listemde. Ama açıkçası filmi listeye koyunca da "The Constant Gardener"ı çıkartmak zorunda kalacaktım. Ona da gönlüm elvermedi. Neyse siz bu Richard Linklater güzelliğini 7. sırada sayın. Filmle ilgili görüşlerimi de burada bulabilirsiniz. Enfes bir uyarlamaydı. Ve "Before Sunset"le birlikte bence yönetmenin filmografisinin en tepesindeydi.

En iyiler...

Gelelim bence yılın en iyi filmlerine... Yine vizyona girme koşuluyla bir liste hazırladım ve yine öncelikle vizyona girme fırsatı bulamamış filmlerden bahsedeceğim biraz. Dardenne kardeşlerin Cannes'dan ödülle dönen ve bizim e geçen festivalde izleme fırsatı bulduğumuz L'enfant, ödülü sonuna kadar haketmiş. Bunun dışında geçen sene 3 enfes belgesel de seyrettim. Bunlar Darwin's Nightmare, Street Fight ve Grizzly Man'di. Yine festivalde izleme imkanı bulduğum Michael Winterbottom aşırı serbest uyarlaması "Tristram Shandy: A Cock & Bull Story" yılın en iyilerinden birisiydi, ayrıca inanılmaz da eğlenceli bir filmdi. Zaten self-conscious olan bir romanı Winterbottom enfes bir şekilde uyarlamıştı. (Ki film festivalden de Altın Lale'yle döndü.) Bunun dışında Tsai Ming-Liang'ın "The Wayward Cloud"u, Alexandr Sokurov'un "The Sun"ı, Hsiao-hsien Hou'nun "Three Times"ı da yılın bence en iyileri arasında yer alıyor. Yalnız özellikle bu son 3 filmi yönetmenlerinin tarzını sevenlere öneririm. Artık 2. Dünya Savaşı'nın cılkını çıkarsa da Alman Sineması yine o dönemden gayet başarılı bir örnek çıkardı: Sophie Scholl. Film oldukça kısıtlı bir konuya odaklanarak dönemin manzarasını başarıyla çiziyordu. 68 kuşağı Fransa'sına bakan "Les Amants Reguliers" ise oldukça zorlayıcı olmasına rağmen içine girdiğiniz takdirde gayet zevkli bir seyirlik sundu bize. Ayrıca Steven Soderbergh'in tam bağımsız filmi "Bubble" kesinlikle enfesti. Amerika'daki işçi sınıfı üzerinden anlattığı hikaye amatör oyunculuklarla çok daha da güçlenmişti.


Geçen sene cidden çok verimliydi ve üstüne üstlük bu senenin de sağlam filmleri yine 2006'nın sonlarında vizyona girme fırsatı bulunca liste oldukça kalabalıklaştı haliyle. Pek beğenilmese de "Jarhead" bence askerlere getirdiği farklı bakış açısıyla da ilgiyi hakediyordu. Ozon'un son marifeti "Le Temps Qui Reste", insanların maalesef sadece oyuncusuna odaklandığı "Capote", Kanada'dan eğlenceli, müzikal havasında bir coming of age öyküsü C.R.A.Z.Y., Tommy Lee Jones'un ilk yönetmenlik denemesi "Three Burials...", bir Pixar güzelliği olan "Cars", Ken Loach'a sonunda Altın Palmiye getiren "The Wind that Shakes the Barley" ve son olarak Pedro Almodovar'ın Volver'ı bu senenin güzellikleriydi. Beni tanıyanlar katıksız bir Clint Eastwood hayranı olduğumu bilirler. "Flags of our Fathers" da seyircinin pek hoşuna gitmedi ama beni tam anlamıyla tatmin etti. Bunun dışında Wes Anderson'ın kankası Noah Baumbach'ta Anderson'ınkilerden az kalır yanı olmayan "The Squid and the Whale"le gönüllerimizi fethetti.
Bu yılki gişe canavarlarından da oldukça sağlam filmler çıktı. Yeni Pirates of the Caribbean gayet eğlenceliydi. Ama Casino Royale bu yılın en iyi blockbusterıydı.
Bu sene ilk 10'uma girmemesine rağmen çok sıkı Türk filmleri de izledik. İklimler, Takva, şaşırtıcı bir biçimde beğendiğim Sınav ve Reha Erdem'in gecikmeli olarak izlediğimiz "Korkuyorum Anne"si bu senenin iyileri arasındaydı.

Şimdi listeye geçelim...
10. The Constant Gardener
"City of God" sonrasında Fernando Meirelles yine usta işi bir film çıkardı. John Le Carre'ın kitabıdan uyarladığı filmi son dönemlerde popüler bir mekan haline gelen Afrika'da yaşanan olayları aktarıyor, aynı zamanda etkili bir aşk hikayesine odaklanıyordu. Öykü kurgusu müthişti ki teknik olarak montaj anlamında da geçen senenin en başarılı işiydi. Müthiş görselliği ve etkileyici müzikleriyle "The Constant Gardener" gayet güçlü bir film haline geliyordu. Ralph Fiennes ve Rachel Weisz da bu iç acıtan öyküye gayet başarılı bir şekilde hizmet ediyordu.

9. Match Point
Ve Woody Allen'ın dönüşü muhteşem oldu. Allen'ı ne kadar sevsem de son zamanlar da bir tıkanıklığa girdiğini ben de kabul ediyordum. Bir önceki işi "Melinda & Melinda" nispeten daha iyiydi ama yine de yeterli performansı gösteremiyordu. Match Point ise yönetmeni tekrar zirveye taşıdı. Meğerse Allen'ın o çok sevdiği New York'tan çıkması gerekiyormuş. Dostoyevski'nin izinde kendisine hiç de yabancı olmayan tarzda bir öyküyle çıka geldi. "Crimes & Misdemeanors" tadında olan Match Point, etkileyici senaryosu ve oyunculuklarıyla geçen senenin benim için en keyifli işlerinden birisiydi. Allen'ın sadece komedilerini bilenler için farklı bir deneyimdi kuşkusuz ama yönetmen hoşlandığı temalardan aslında uzaklaşmamıştı.

8. A Bittersweet Life
Bu geçtiğimiz senenin sürpriziydi benim için. Son dönemin popüler ülkesi Güney Kore'den çıkan bu intikam filmi olaya tam olması gerektiği gibi yaklaşıyordu. Çok ince bir mizah duygusu ve ironiyle beraber türün klasiklerine saygı duruşunda bulunurken aynı zamanda eşsiz bir macerayı da ortaya atıyordu. Özellikle son sahnesini düşündükçe hala bir şekilde beni gülümsetmeyi başarıyor. Gerçekten de çok keyifliydi.

7. Kader
Kader hakkında çok konuştum bu blogda. Anlatacak ne kaldı bilmiyorum açıkçası. Sadece Zeki Demirkubuz'a teşekkür edebilirim sanırım. Kendi evrenin yakışan ve hepimizin gönlünde tahta kurulmuş bir öyküyü yozlaştırmadan anlattığı için, enfes oyunculukları ortaya çıkarttığı için ve o kendisine özgü kahramanları bizimle birlikte paylaştığı için.

6. United 93
Paul Greengrass, günümüzün en sıkı ama hala değeri bilinmeyen yönetmenlerinden. "Bloody Sunday" & "The Bourne Supremacy"de harikalar yaratmıştı. "United 93" ise yine onlardan altta kalmayan çok çok başarılı bir gerilimdi. Maalesef Türkiye seyircisi işin politik yönüne çok taktı ve gereksiz bir anlam bulma çalışmasına girişti. Halbuki Greengrass burada açık bir biçimde apolitize bir film çıkarmıştı. Her zamanki sallanan omuz kamerasıyla belgesel kıvamında, nefes kesen bir çalışmaydı. Aynı zamanda hepimizin belleğine kazınmış belirli anları mükemmel bir şekilde tekrar resmetti. Üstelik Oliver Stone gibi de saçmalamadı. "United 93" bu senenin en çok alkışı hakeden filmlerinden birisiydi.

5. Children of Men
Alfonso Cuaron da dokunduğu yeri altına dönüştüren yönetmenlerden. (Bkz. Harry Potter) "Children of Men"de de kendi distopik evrenini sonuna kadar açıklamaya tenezzül etmeden bizi orada bir maceraya çağırdı. Bu film seyircinin ağzına zorla mama sokmadan enfes plan sekans çalışmalarla, çok etkili oyunculuk, set tasarımı, görüntü yönetmenliği ve müzik kullanımıyla resmen koltuğa çivileyen, insanı tıpkı kahramanları gibi sonuna kadar rahatsız eden müthiş bir film çıkardı. Yani anlayacağınız bu sene Meksika'dan Inarritu düşüşe devam ederken Cuaron da zirveye çıktı benim gözümde.

4. Brokeback Mountain
Ang Lee, her türe imzasını atıp onu süper bir şekilde çeviren ve üstüne üstlük mutlaka yenilikler getirip imzasını da atan bir yönetmen. "Brokeback Mountain"la da melodram janrına leziz bir bakış attı. Evet 'eşcinsel kovboylar' insanlara ilginç gelmiş ve ondan beğenmiş olabilirler. Ama bu benim için geçerli değil. Yani öyle ya da böyle film zaten eşcinsellik hakkında değil. Film aşkı yaşayamama üzerine yakılmış hüzünlü bir ağıttı sadece. Enfes görüntüler, Gustavo Santaolalla'nın etkileyici müzikleri ve elbette üst kalite oyunculuklarıyla "Brokeback Mountain" geçen senenin en iyi filmlerdindendi. Bizde 18 yaş sınırıyla vizyona girmesi ve çeşitli köşe yazarlarının seviyesiz yorumlarıyla ilgili ne düşünülmesi gerektiğini yazmak bile istemiyorum. Ve şunu da kabul etmek lazım Hollywood yeni bir efsane kazandı. Bu film yıllar geçtikçe kesinlikle gündemden düşmeyecek bir işti.

3. Good Night, and Good Luck.
McCarthy dönemi şimdiye kadar hep beğendiğim öykülere ilham olmuştur sinemada. Ama hiç bu kadar birebir uygulamasına da şahit olmamıştık. George Clooney, belgesel ve kurgusal arası yaptığı bu özgün çalışmada ne kadar yetkin bir yönetmen olduğunu da kanıtladı. Filme dair herşey kusursuzdu. Gayet kompakt, istediğini veren fazlasına yanaşmayan çok iyi görseller ve performanslarla dolu bir deneyimdi. İşin bence en güzel yanı ise Clooney'nin sineması giderek kankası Soderbergh' gibi deneysel bir tarz alacak gibi gözükmesi. Benim için tam bir ziyafet olur doğrusu.

2. Caché
Michael Haneke'ye Cannes'da en iyi yönetmen ödülünü kazandıran "Caché", çekirdek bir aile üzerinden Fransa'ya ve ülkenin azınlıklar konusundaki tavrına ilişkin çok şey söylüyordu. İşin en ironik tarafı ise o ünlü çatışmaların da geçen seneye denk geliyor olması. Haneke, rahatsız kamerasını kurup yine etkileyici mizansenler kurdu ve zaman zaman da kanımızı dondurdu. Seyirci bir yandan merak içinde gizemli bir 'male gothic' izlerken diğer yandan da politik alt metinleri alıyordu. Dolu dolu ve aynı zamanda da saf bir sinemaydı.

1. Beş Vakit

Burada uzunca yazmıştım daha önce de. "Korkuyorum Anne" de çok başarılıydı ama "Beş Vakit" bir başka güzeldi. Hem bizden hem evrensel şiir gibi bir çalışmaydı. Reha Erdem şu anda ne yapacağını en çok merak ettiğim Türk yönetmenlerden birisi haline geldi. Ve evet bu senenin en iyi, en güçlü filmi de "Beş Vakit"ti. Sadece bu senenin değil, 2000'lerin de en iyi Türk filmi olduğunu düşünüyorum. Umuyorum gelecek senelerde de bu kadar iyi filmler çekebiliriz.

Hayal kırıklıkları ve bariz kötüler...

Hayal Kırıklıkları
Burada sıralama yapmayacağım ama geçen sene cidden vasat filmlerin çok sık abartıldığına tanık olduk. İlk aklıma gelen örnek "V for Vendetta". İçerik olarak inanılmaz gaza getirici ve gerçekten de seyirciyi provoke etme gücüne sahip bir filmdi. Ama inanılmaz vasat oyunculuklar, çok basit diyaloglar ve etkileyici olmayı başaramayan bir yönetmenlik performansı vardı ortada. İnsanları anarşi konusunda gaza getirmek çok kolaymış bunu görmüş olduk.
Bir diğer büyük bomba ise Babel'den geldi. Inarritu ve kadrolu senaristi Arriaga bu sefer bence duvara tosladılar. Filmin gayet işleyen yanları vardı ama daha önce de buraya yazdığım gibi bu sefer bağlantılarda zayıflık vardı ve kendisini olduğundan büyük görme durumu beni sinir etti. Filme kötü demiyorum ama hele şu aralar Oscar adaylığı için favori durumunda olması bile beni sinir etmeye yetiyor.
Yine daha önce hakkında yazdığım "Death of a President" ve "War Tapes" yurt dışında abartılmaları nedeniyle hafif çapta hayal kırıklığı yarattılar. Bunun yanında Bryan Singer'ın büyük bir sorumsuzluk eseri olarak bıraktığı ve Brett Ratner denen cibiliyetsizin eline teslim ettiği X-Men serisi de üçlemenin en kötü filmini sergiledi. "The Da Vinci Code"dan zaten birşey beklemiyordum ama o da senenin vasatlarındandı. Ayrıca John Turturro'nun yönettiği "Romance & Cigarettes"in de bir süre sonra aşırı tekrarlarla feci şekilde dinamizm kaybettiğini düşünüyorum.

Bariz Kötüler...
Dabbeeeeeee.... Bu filmi mutlaka izleyin hele hele sinemacı olmak istiyorsanız ne yapmamanız gerektiğini Gigli'den sonra en iyi özetleyen film bu sanırım. Evet maalesef Türk filmleri kötü olunca gerçekten dayanılmaz olabiliyor. "Çinliler Geliyor" bunlardan birisiydi. Kötülerin hepsine denk gelemiyorum tabi. Ama bu senenin çekilmez diğer iki Türk filmi de "Kardan Adamlar" ve "Kısık Ateşte 15 Dakika"ydı.
Yabancılara geçelim... Gereksiz devam filmi "Underworld: Evolution", Nanni Moretti'den hiç beklemeyeceğim kadar düz bir seyirlik olan "Il Caimano", Oliver Stone'u yerin dibine batırmak istediğim World Trade Center, Anlamsız uyarlama "The Lake House", ayrıca bizde vizyona girmemesine rağmen Oscar adaylıkları nedeniyle izlediğim North Country'den de burada bahsedeyim. Feci klişe ve inanılmaz gereksiz bir filmdi.
Tabii Sharon Stone'un mükemmel fiziğine rağmen "Basic Instinct 2" çok feci değildi bence ama yine de kötüydü kabul etmek lazım.

Friday, December 29, 2006

2006'nın En İyi Performansları... Vol. 2

Gelelim kadın oyunculara... öncelikle senenin vizyon dışı performansından başlıyoruz.
Bu sene Junebug'daki Ashley rolüyle Oscar'a da aday gösterilen Amy Adams senenin en iyi performanslarından birisine imza attı. Daha önce hep ufak tefek rollerde karşımıza çıkan Adams, eminim bundan sonra daha fazla filmde gözükme şansına ulaşacak. Junebug'a gelince, aslen hoş bir deneyim olduğunu düşünüyorum ama Adams olmasaydı herhalde bu kadar ilgiyi de zor görürdü. Naif ama güçlü Ashley rolüyle Amy Adams harikalar yaratıyordu.
Gelelim diğerlerine.... geçtiğimiz sene bence erkek oyuncular kadar zorlu bir sene değildi kadınlar için. Nedense çok fazla kadın öyküsü göremedik ve öne çıkan kadınlar da oldukça azdı. Ama yine de yetenekli oyuncuları unutmamak gerek. Cannes'da kadın oyuncu ödülünü alan Volver'in beş bayanı, ama özellikle Lola Duenos ve Carmen Maura tipik Almodovar kadınlarını başarıyla canlandırdılar. Zhang Ziyi, İngilizce ilk rolünde biraz dil azizliğine uğrasa Memoirs of a Geisha da gayet güçlüydü. Romance & Cigarettes, Susan Sarandon ve Kate Winslet sayesinde izleniyordu. Babel'in iki dertli bayanı Rinko Kikuchi ve Adriana Barrazza şu anda Oscar yarışında iddialılar ve filme sıcak bakmasam da ikisinin de adaylık almasını desteklerim. Yine deli dolu kadınlar arasında geçen Pride & Prejudice'le ise Keira Knightley ve Brenda Blethyn parıldıyordu. Ve son olarak hiç beklemezdim ama Vildan Atasever, Uğur'u gayet iyi bir şekilde canlandırdı ve Ufuk Bayraktar'la birlikte Kader'e güç kattı. Bunun dışında yine Türk sinemasından Ebru Ceylan, İklimler'e ayrı bir boyut kattı.
Gelelim ilk 10'a...

10. Emily Blunt (The Devil Wears Prada)
Evet herkes bu filmi Meryl Streep için izledi ve belki de onun sayesinde sevdi ama Emily Blunt göz göre göre herkesten de rol çalmayı başardı. Gayet stereotip bir insan tipini çok eğlenceli bir karaktere dönüştürdü. Üstelik "My Summer of Love"dan sonra girdiği bu kılıkla da hafif bir şok etkisi yarattı. Senenin bahsedilmesi gereken performanslarından birisiydi.

9. Gong Li (Memoirs of a Geisha)
Bir başka rol çalan güzel. Gong Li, gayet boş bir karakteri canlandırmasına rağmen filmin en akılda kalıcı anlarına destek verdi. Filmin sonunda ana kahramanımız için endişelenmek yerine acaba ona ne oldu? sorusunu aklımıza soktu. Üstelik İngilizce rol konusunda Zhang Ziyi'den daha iyi olduğunu da kanıtladı. (Miami Vice'ta da ayrıca etkileyici olduğunu söylemeye gerek bile yok.

8. Rachel Weisz (The Constant Gardener)
Yardımcı mı başrol mü bilmem ama nasıl Justin'in onun arkasından kapıldığı yasa hepimiz inandık. Çünkü Weisz, Tessa karakterine büyük bir yoğunluk kazandırdı. Gayet klişe gibi gözükebilir aslında bu karakter; hamile, insan hakları savunucusu ve ölü! ama Rachel Weisz sayesinde Tessa unutulmaz sinema figürleri arasına girdi. Oscar'ı da kaptı.

7. Scarlett Johansson (Match Point)

Yuva yıkıcı bir 'femme fatale'mi yoksa talihsiz bir aşık mı? Scarlett Johansson neslinin en yetenekli ve üretken isimlerinden birisi. Ve Woody Allen'la ilk beraberliği kesinlikle kusursuzdu. Sonradan Scoop'ta da ayrıca çok sevimliydi. Ama hem o film vizyona girmedi bizde, hem de Nola'nın cazibesine kim karşı koyabilir ki?

6. Laura Linney (Squid and the Whale)
Tıpkı Jeff Daniels gibi filme ayrı bir boyut katan Laura Linney sorunlu anne rolünde inanılmazdı. O akıllıca diyalogları öyle bir güvenle sarfediyordu ki sahneler daha da değerli hale geliyordu. Üstelik Daniels'ın karakterinden çoğu zaman nefret ederken, pek sevilesi olmayan Joan'e duyduğumuz sempatinin nedeni de tamamen Linney olabilir mi?

5. Penelope Cruz (Volver)
Kadın oyuncularda eski şaşaa ve çekicilik yok diyenler bu filmi izlemedilerse çok şey kaçırdılar. Penelope Cruz, tek başına sinemanın altın dönem cazibesini sinemaya taşıdı. Tam anlamıyla yeni bir Sophia Loren kıvamındaydı. Gözlerimizi ondan alamadık. Almodovar kadınları zaten hep güçlüdür ama Cruz bunu daha da güçlendirmeyi bildi. Üstelik İngilizce filmlerdeki vasatlığın tamamen dil sorunu olduğunu da anlamış olduk. Cruz bundan sonra hep İspanyolca film çeksin.

4. Meryl Streep (Devil Wears Prada)
Meryl Streep, her neslin favorisi olabilecek bir oyuncu. 80'lerden bu yana üretkenliğini ve kalitesini hiç düşürmedi. En dandik filmde oynasa bile hep çok iyi oldu, büyüledi. "Devil Wears Prada"da ise cani patron Miranda ile adeta diva pozisyonundaydı. Sanki peşinden gelen tüm oyunculara bakar gibiydi. Neyse abartıyı keseyim ama bu film izlendiyse ve sevildiyse Streep sayesinde oldu. Çok kolay klişeleşebilecek bir karakterde enfes bir yoğunluk yakaladı. Streep şu anda sinemanın en büyük oyuncularından birisi kuşkusuz.


3. Felicity Huffman (Transamerica)
Kabul etmek lazım, Huffman seyirciyi zaten başta kazanmıştı. Yani makyajla kendini çirkinleştirip bir transseksüeli oynaması son yılların favori taktiği gibi gözükebilir ama Bree bence bir başkaydı. O içtenliği Huffman çok iyi veriyordu. Üstelik beden dilini de gerçekten çok başarılı kullandığını düşünüyorum. Desperate Housewives'dan sonra aslında sinemada da ne kadar yetenekli olduğunu kanıtlamış oldu.


2. Michelle Williams (Brokeback Mountain)

İşte bu performansa ne desem az kaçar. Bu kadar kısacık bir rol ancak bu kadar yoğun yaşanır ve aynen de seyirciye aktarılır. Williams, Ang Lee'nin yönetiminde efsane bir karaktere imza attı. Çoğu kişi sadece kavga sahnesine yükleniyor ama öyle değil. Bu çaresiz kadının her bir bakışı, o hareketsizliği ve birşey yapamayışı o kadar iyi anlatılıyordu ki. Alma, tıpkı kocası gibi filmin güçlü tarafındaydı.

1. Reese Witherspoon (Walk the Line)

Çoğu kişi Witherspoon'un bu sene abartıldığını düşünüyor biliyorum ama ben ona bu filmde bayıldım belki tatlılığı, belki sesi, belki sahneyle gerçek hayattaki ayrımı o kadar iyi çizmesi kim bilir. Johnny Cash'in ona tutulması için kaç tane sebep varsa hepsi benim için de geçerlidir. Filmde başrolden çok Phoenix'in destekçisi konumundaydı ama yine de ben Witherspoon'un June Carter kompozisyonunun hastası oldum. Üstelik ilk filmlerde gördüğümüz zaman Witherspoon'u patates suratlı diye ciddiye almazdım bile. Ki en iyi performansı benim gözümde hala "Election"dadır. Yine de June başkaydı ve bence bu senenin en ateşleyici performansıydı.

Wednesday, December 27, 2006

2006'nın En İyi Performansları... Vol. 1

Seneye şöyle bir göz atalım istedim ve bu yıl içinde Türkiye'de vizyona girmiş filmlerden de bir seçme yaparak yılın en iyilerini hatırlayalım dedim. Öncelikle yılın bence en unutulmaz performansları: (aktörlerden başlıyoruz)

Vizyona giren filmlerden seçeceğim, diye bir kriter uydurunca ilk 1o listemde dışarıda üzülerek bıraktığım bir isimden bahsedeyim öncelikle. Geçtiğimiz sene filmekimi'nde oynayan Factotum özellikle Bukowski hayranları tarafından pek beğenilmemişti ama Matt Dillon'ın bu filmdeki performansı inanılmazdı ve artık vizyona girmesi de pek mümkün değil. Crash'teki anti-kahraman tiplemesinin ardından Factotum'daki ayyaş, işe yaramaz, vurdumduymaz Henry Chinaski karakteri bence aktörün kariyerindeki en iyi performanslardan birisiydi.
Listeye giremeyen diğer isimlerden bahsetmek gerekirse... Jake Gyllenhaal için bence çok verimli bir seneydi. "Brokeback Mountain" ama özellikle "Jarhead"deki performansı gayet iyiydi. Yine Jarhead'den Peter Sarsgaard ve Jamie Foxx'u da anmak gerek bu arada. Bunun dışında Paul Giamatti, şahsen pek beğenmediğim "The Illusionist"te neredeyse başrolde gibiydi ve "Lady in the Water"daki kusursuz tek şey de yine onun performansıydı. "Syriana" ile George Clooney, "Good Night and Good Luck"la Frank Langella ve Ray Wise; "Children of Men"le Clive Owen ve Michael Caine, François Ozon'un son filmi "Le Temps Qui Reste" ile Melvil Poupaud da gayet sağlam performanslar verdiler. "A Scanner Darkly"de Robert Downey Jr. animasyon perdesini delip filmde göründüğü her sahnede rol çaldı. Stay'deki performansıyla Ryan Gosling ise Ewan McGregor başta olmak üzere herkesi silip filmin tek yıldızı gibiydi.
"The Departed" ekibi ise kuşkusuz bu yılın en güçlü ensemble performanslarından birisiydi. Matt Damon, Jack Nicholson, Mark Wahlberg ve Alec Baldwin birbirinden rol çalıp duruyordu. Ve son olarak film iyi olmasa da "The Da Vinci Code"da Silas rolüyle etkileyici Paul Bettany'yi de alkışlamak gerek.

Bunca iyi performansın ardından şimdi bu senenin en güçlü 10 performansına geçelim.


10. Daniel Craig (Casino Royale)

Tamam bu biraz garip gelebilir ama Craig'i ilk 10'a koyamadan edemedim. Çünkü bu senenin beklenmedik biçimde en karizma ve şaşırtıcı performansı ondan geldi. İnsanlar bir Bond filminde oyuncunun ne kadar iyi olduğundan bahsettiler ilk defa. Ve yine ilk kez sanki Bond gerçekten de bir insanmış gibi gözüktü. Film için seçildikten sonra gayet kötü tepkiler alan Craig, ilerideki Bond filmleri de bunun gibi sağlam olursa, en iyi Bond tahtını Sean Connery'nin elinden kolaylıkla alabilir. Pierce Brosnan'ı çoktan unuttuk bile.

9. Jeff Daniels (The Squid and the Whale)
Jeff Daniels normalde hiç sevdiğim bir oyuncu değildir ama bu sene nedense, düzgün filmlerde oynadığından belki de, favorilerim arasındaydı. "The Squid and the Whale"deki kendini beğenen, sorunlu edebiyat profesörü rolü filme büyük bir katkı sağlıyordu. Noah Baumbach'ın diyalogları ve yabancılaştırıcı öyküsüne karşı Daniels enfes bir gerçekçilik tutturmuştu. Ödül sezonunda daha fazla adı geçmesi gereken oyunculardandı kesinlikle.

8. Leonardo DiCaprio (The Departed)
Burada fikirler tabii ki değişecektir çünkü dediğim gibi film zaten ensemble olarak çok güçlü ama DiCaprio bu filmin kadrosundan en çok bahsedilmesi gereken oyuncuydu bence. Eğer senaryo iyi uyarlanmış diyorsak kesinlikle DiCaprio'nun da karakteri en iyi uyarlayan oyuncu olduğunu söyleyebiliriz. Orijinal filmde Tony Leung'un o melodram bakışlarını koruyup yine de Boston İrlandalılarının o sert mizacını da yüklenmişti. Bence gayet dengeli ve ödüllerde de bahsedilmesi gereken bir iş çıkardı. Ve daha önce de söylemiştim, Scorsese'nin son yıllarda yaptığı en iyi şey herhangi bir filmi değil. DiCaprio ile bulduğu uyum bence.

7. Philip Seymour Hoffman (Capote)
Hoffman şu an Hollywood'un elindeki en yetenekli aktörlerden birisi. Ve sonunda akademi de onu nihayet gördü. Yine bu aldığı ödüle kariyer ödülü demek yakışmaz. Zira Truman Capote'de harikalar yarattı. İlk bakışta gayet klişe bir tipleme gibi gözükse de tıpkı film gibi çok katmanlı bir iş çıkarmıştı ve Capote karakterini ete kemiğe büründürdü. Açıkçası filmi izledikten sonra yönetmene acımıştım. Sen böyle güzel bir senaryoyu al enfes biçimde çek adamın biri gelip başrolde oynasın ve tüm ilgiyi kendisine çeksin. Gerçekten de gözler sürekli Hoffman'daydı. Ben filmin yönetmeni olsam çok kıskanırdım.

6. Daniel Auteuil (Caché)
Haneke'nin soğuk ve acımasız dünyasına daha uygun bir kompozisyon düşünülebilir miydi. Auteuil bir filmin hem kötü adamı hem de kurbanı oldu. Gayet dengeli ve güçlü bir şekilde yönetmenin sırtını dayadığı karakteri seyirciye enfes bir biçimde yansıttı.

5. Ufuk Bayraktar (Kader)

Zeki Demirkubuz, Türk sinemasına enfes bir oyuncu kazandırdı. İklimler'deki ufacık sahnesinde de koskoca filmin en iyi performansını sergilerken asıl bomba "Kader"le geldi. Bayraktar çok zor bir işi başardı. Masumiyet ve o filmdeki Haluk Bilginer'in üstüne Bekir karakterinin yaşadığı o değişimleri inanılmaz bir yoğunlukla yaşadı ve bize de hissettirdi. Bekir için hali hazırda zaten duyduğumuz acının daha da büyümesine sebep oldu.

4. Erkan Can (Takva)
Erkan Can artık kimseyi şaşırtmıyor. Şaşırma faslını "Gemide"de yaşamıştık. Sonra hep nispeten küçük önemsiz rollerde gördük onu. Ama yine Önder Çakar'ın kalemiyle Türk sinemasının bence efsaneleşecek karakterlerinden birisine imza attı. Bizim method actor'ümüz Erkan Can'sız bir Muharrem herhalde bu kadar sevilmezdi. Takva bu kadar etkileyici olamazdı.

3. Joaquin Phoenix (Walk the Line)

Müzikal performans sergileyen oyuncular her zaman diğerlerinden daha şanslı oluyor kuşkusuz. Joaquin Phoenix de onlardan birisi. Aslen hödük bir biyografi olduğunu kabul etsem de Witherspoon ve Phoenix ikilisi sayesinde çok sevdiğim bir film haline geldi Walk the Line. Johnny Cash'i efsaneleştirme çabasında Phoenix'in kendisi bir yıldız oluverdi. Ayrıca tüm dünya ne kadar inanılmaz bir vokal yetenekle karşı karşıya olduğunu da anladı. Phoenix, bir sene önce Jamie Foxx'un yaptığı gibi taklide yanaşmadı. Tamamen yeni bir Cash yarattı hem müzikal hem de kişisel anlamda. Ve benim gözümde en iyi performansını sergiledi.

2. David Straithairn (Good Night, and Good Luck)

Yıllar boyunca 2. sınıf filmlerde ya da klas filmlerin yan rollerinde gördüğümüz David Straithairn geçen sene turnayı gözünden vurdu. George Clooney'nin yönettiği "Good Night and Good Luck"ın tek yıldızı oydu. Perdede göründüğü an tüm hakimiyetini sağlıyor ve hipnotize edercesine mükemmel bir performans sergiliyordu. Elinde sigarası, ekranda yaptığı o mimikler, ses tonu ve konuşma tarzı hatta sadece duruşu ile Edward R. Murrow'u gözlerimizin önünde kusursuz bir biçimde oluşturdu.

1. Heath Ledger (Brokeback Mountain)

Filmi ilk izlediğim zaman Heath Ledger hakkında 'onun performansını anlatabilmek için şair falan olmak gerekir' diye düşünmüştüm. Hala da öyle düşünüyorum. Ennis Del Mar karakteri filmin can damarıydı ve daha önce de en kötü filmlerde bile iyi bir oyuncu olarak gördüğümüz Heath Ledger tek kelimeyle mükemmeldi. Cidden bu performansın üstüne ben herhangi bir sıfat yakıştıramıyorum. Şöyle acaip süslü laflar yazabilen insanların methiye yazması lazım bu adama. Sonra tabii Casanova gibi gereksiz bir filmde de izledik ama onu görmezden gelelim. Ang Lee, filmdeki 4 ana oyuncusunu belki de hayatlarının rolünde başarıyla yönetti ve hepsinden cevherler çıkardı. Ennis Del Mar ileride sinema tarihinin en iyi performansları arasında gösterilecektir.

Mutluluk peşinde koşarken...

Will Smith'in kendi oğlu Jaden Smith'le başrollerini paylaştığı "The Pursuit of Happyness" (evet doğru yazdım, 'happiness' değil.) gayet hafif, seyirciyi kederlendirmekten başka derdi olmayan bir film. Kötü anlamda söylemiyorum bunu yalnız. Zira ben filmi gayet sevdim. Evet kabul ederim, filmin gayet basit ve inandırıcılıktan da yoksun bir senaryosu var. 'Amerikan Rüyası'nı yaşamak için kelimenin tam anlamıyla sürekli koşturan bir adamın oğluyla bu süreç içinde yaşadıklarını gösteren ve sezonun bu yüzden en hüzünlü filmlerinden olabilecek film yine de tam bu tarz filmlerde gereken sıcaklığı bence yakalıyor. Ve bunda en büyük pay şüphesiz gayet iyi bir performans çıkaran Will Smith ve yetenekten önce şirinliğiyle artı puan toplayan oğlu Jaden Smith'e ait.
Filmin yönetmeni Gabriele Muccino'nun daha önce "L'ultimo Bacio"sunu seyretmiştim ve çok da başarılı bulmuştum. O filmde de tanık olduğumuz o dinamizm ve öyküye hakimiyet aynen burada da var. Ama işte senaryo zaman zaman fazla açık veriyor.
Yine de kendinizi verir ve ayrıntılara takılmazsanız gayet etkileyici olabilecek ve illa ki gözlerinizi de dolduracak şeker gibi bir film.
Not: 3/5

Tuesday, December 26, 2006

Yılbaşı Çerezleri

Bu hafta vizyona giren filmlerden ikisi gayet tatile uygun, neşeli, eğlendirici, klişe ve izle-unut filmlerinden. Yani sadece eğlenmek ve bir an dünyada olanlardan kopmak için ideal diyebiliriz.
Bunlardan ilki "What Women Want" ve "Something's Gotta Give"in yönetmeni Nancy Meyers'ın yine senaryosunu yazıp yönettiği "The Holiday"... Filmin gayet dolu bir kadrosu var. Erkekler tarafında Jude Law ve Jack Black'e karşı kadınlar tayfasını da Kate Winslet ve Cameron Diaz dolduruyor. Bunun dışında Edward Burns, Rufus Sewell ve efsane oyunculardan Eli Wallach'ın da bulunduğu bir yan kadro mevcut.
"The Holiday", inandırıcılıktan uzak, feci halde klişeye kaçan bir romantik komedi. Yine de ben film hakkında olumluyum çünkü işin komedi yanını sevdim ve film boyunca bolca da eğlendim. Özellikle Eli Wallach'ın karakteri dolayısıyla getirilen yan öykü benim en beğendiğim kısımdı ki filmin kahramanları nedeniyle de pek çok sinematik hoş referansın olduğunu söylemek gerekiyor. Özellikle bu kısımlar gayet eğlenceli olabildi. Özellikle Jack Black ve Kate Winslet arasında bir kimya sorunu olsa da bunu film aşabiliyor bence. Uslanmaz romantik komedi manyaklarına tavsiye olunur. Aman bir şey bekleyip gitmeyin üzülürsünüz.


Bir diğer tatil eğlencesi "Night at the Museum"u da çocukça eğlenceli filmlere düşkün insanların görmesi gerek. Özellikle 80'lerde bu şekilde bolca film yapılırdı ama daha güncel bir benzetme yapmak gerekirse Jumanji'nin daha eğlencelisi olarak tanımlamak mümkün. Ben Stiller bir müzede gece bekçiliği yapmaya başlıyor ama işbaşı yaptığında müzedeki herşeyin birden canlandığını fark ediyor ve sonra macera başlıyor falan filan. Film pek çok tarihi figürün kullanıldığı kahkaha attırmayan ama güldüren anlarla dolu. Eski ABD Başkanı Roosevelt rolünde Robin Williams var, bunun yanında Steve Coogan, Owen Wilson gibi isimler de filmi ayrıca eğlenceli kılıyor. Özellikle çevrenizde küçükler varsa götürmek istersiniz ama eğer böyle çocukça maceralara kılsanız sıkıntıdan kurdeşen dökme olasılığınız yüksek. Gayet vasat bildik bir film de olsa ben bunda da eğlendim.

The Holiday - 2/5
Night at the Museum - 2/5

Saturday, December 23, 2006

Türk Halkı Bu Filmden Nefret Edecek!

Bir insan (veya bu durumda 3 insan) neden böyle bir film yapmak ister? Böyle düşünmemin sebebini birazdan açıklayacağım ama önce öngörümü belirtmek isterim: Türk halkı ve sinema seyircisinin geneli, Küçük Kıyamet’ten nefret edecek. Son kısmında filmi terk eden veya izlerken baygınlık geçiren falan insanlar olduğunu duyarsak şaşırmayacağım. Bunun tek sebebi var. Yakın geçmişimizde büyük bir deprem felaketi yaşadık ve İstanbul’da da büyük bir felaketin yaşanacağına dair somut ve gerçekçi temellere dayanan bir endişe var. Deprem kendi başına halkımız üzerinde travmatik etkiye sahip bir konu. Dolayısıyla, Taylan biraderler ve Doğu Yücel’in, pornografi düzeyindeki deprem sekansları kendi başına Türk izleyici üzerinde travmatik bir etki yapabilir. Çünkü insanımıza görmek istemediği bir şey sunuyorlar. Görmeye ihtiyacının olmadığı. Zaten yeterince hassas olduğu. Ve bunu bir marifet sanıyorlar.

İnsan neden böyle bir film yapmak ister? Deprem üzerine söyledikleri bir şey de yok aslında. Üst orta sınıf bir ailenin iç çelişkilerini ve depremin tetiklediği endişelerini ele alıp bundan bir korku filmi çıkarmaya çalışılıyor. Evet, karakterlerinizi çizerken sizin de farkında olduğunuz gibi, sayın yaratıcılar, bu insanlar depremden korkuyorlar. Kale gibi, lüks ve korunaklı apartmanlarında kendilerini koruyabileceklerini düşündükleri dış tehlikelerden aslında kaçamazlar. Doğadan kaçamazlar. Herkes bunun farkında. Peki bu acı ve dehşet pornografisinin amacı nedir?

Filmin yaratıcı ekibinin, başta korku türü olmak üzere sinemasever insanlar olduğunu biliyoruz. Sevdikleri filmler gibi işler yapmak istiyorlar. Bunu daha önce Okul ile de belli ettiler. Bu kez teknik açıdan son derece yetkin bir iş de ortaya çıkarmışlar. Söyleyeceğim her şey bir yana, Küçük Kıyamet iyi çekilmiş ve oynanmış; teknik olarak başarılı bir film. Bir iki sahnedeki ufak kusurlara ve diyalogların genel olarak yapaylığına rağmen, gayet iyi kotarılmış bir film. Başak Köklükaya’nın oyuncu olarak gücü zaten malum. İlker Aksum da ondan aşağı kalmayan, son derece etkili bir performans veriyor. Soykut Turan, görüntü yönetmeni olarak en iyi işini çıkarıyor; biraz fazla reklam estetiğine bağlı kalmış olsa da. Ama film yapmak bu teknik bileşenlerden ibaret değil. Tavrınız, niyetiniz önemli.

Para kazanmak, sinemada asla hor görmeyeceğim bir amaçtır. Sinema büyük paralarla yapılan bir sanat ve hele ki çok para harcamışsanız, elbette o parayı geri kazanmak ister ve ona göre hareket edersiniz. Ama ana akım sinema yapmanın da bir raconu vardır. Düşük bütçeli, ‘underground’ bir yapım değil Küçük Kıyamet. Bir popüler sinema ürünü. Böyle bir filmin, öncelikli izleyicisinin böylesine hassas olduğu bir konu hakkında bu denli uç noktada durmasının, bir korku filmi malzemesi çıkarmak için neredeyse sömürüye varmasının kabul edilebilir yanı yok gözümde.

Filmin dağıtımcıları, ürünlerinin 6. His-vari bir sürpriz sunduğunu, çok zekice olduğunu falan düşünüyorlar. Yukarda bahsettiğim her şey bir yana, en başından itibaren o kadar çok ipucu bırakıyor ki Küçük Kıyamet her yana, filmin sonu hiç de öyle sürpriz değil. Sondaki açıklayıcı flashback’lere bakılırsa, yaratıcı ekip seyircinin bütün bu ipuçlarını kendi başına anlamayacağını sanıyor olmalı. Halbuki ortalama bir izleyici, filmin nereye bağlanacağını üç aşağı beş yukarı tahmin edecektir zaten. Amaç sürprizse, geride bu kadar çok sayıda ve bariz ipucu bırakılmamalıydı.

Kaldı ki Küçük Kıyamet bir deprem filmi olarak başlıyor. Sonra, ortasındaki bir saat boyunca, bir kadının/annenin korkularının tetiklediği bir korku filmine dönüşüyor. Bu anlamda, Japon yapımı Karanlık Sular gibi türün klasiklerinin yolunu izliyor. Yani, “female gothic” alt türünün kalıplarını uygulayan; etrafı suyla, bekçi ve köpek gibi metaforlarla çevrili kale gibi yaşam alanlarında, ailesine/çocuklarına yönelik eril düzenden gelen tehditlerle başa çıkmaya çalışan anne figürü etrafında bir psikolojik korku filmi. Sonra sürpriziyle birlikte tekrar deprem filmine bağlanıyor ve önceki bir saatten aslında büyük ölçüde kopuk bir felaket filmine dönüşüyor. Felaket filmiyle korku filmi birbirlerinden farklı ve karşımızdaki örnekte, bağdaşmayan türler. Küçük Kıyamet böyle bir tür çelişkisini de barındırıyor.

Yazımı sona erdirmeden önce, deprem konusunda hassas olan insanların bu filmi izlememesi gerektiğinin altını çizmek istiyorum. Hiç gerek yok. Film bu kişilere hiçbir şey söylemeyecek. Çünkü bu filmin zaten bir cümlesi yok. Sadece psikolojilerini altüst edecek. Nasıl ki Uçuş 93 (United 93) gibi bundan çok daha üstün sinemasal niteliklere sahip bir film, öyküsünden bir acı gösterisi değil kahramanlık destanı çıkarmış olmasına karşın, ABD’de fazla izlenmedi ve insanlar o gerçek trajediyle yüzleşmek istemediler; Küçük Kıyamet’in kurmaca kıyamet tellallığı seyirciden daha da fazla tepki görecek. Olumsuz eleştiriler duymaktan bu denli rahatsız olan Taylan biraderler ne düşünürse düşünsün, bu YANLIŞ bir film. İnsanların acıları ve korkuları üzerinden prim yapmaya çalışan bir istismar filmi (Lütfi Akad sinemanın böylesine alçaklık der ama ben aynısını söylersem yanlış anlaşılıp birilerini istemeden kırabilirim). Hak ettiği tepkiyi izleyiciden göreceğini umut ediyorum.

Friday, December 22, 2006

Bir Kadının Hezeyanları

Doğruyu söyleyeyim Taylan Biraderlerin "Okul"unda ben baya eğlenmiştim. Ama seyirci korku filmi beklerken komedi öğelerinin ağırlıkta çıkmasını yadırgamıştı. Bu hafta vizyona giren "Küçük Kıyamet"te de aynı şeyin yaşanması olası. Aslen bir gerilim hatta korku türüne kaçan film genel olarak depremle özdeşleştiriliyor. Elbette deprem filmde çok önemli bir yere sahip ama seyircinin bir felaket filmi beklemesi yanlış beklentilere sebep olabilir.
Kaç gündür yazacam diyorum ama bir türlü içimden gelmiyordu ama bugün vizyona girmiş bir kaç laf edeyim film hakkında.

Herşeyden önce teknik olarak gayet başarılı. Özellikle son zamanların popüler görüntü yönetmeni Soykut Turan'ı, fazlaca reklam işine benzer çalışsa da, takdir etmek istiyorum. Onun dışında da filmde teknik açıdan bir beceriksizlik söz konusu değil.

"Küçük Kıyamet"i batıran şey senaryo. Çok basit diyaloglar ve seyircinin ciddiye almadığı tonlarca halüsinasyon sahnesinin bir süre sonra cılkının çıkmasıyla film ortasında ben artık sıkıntıdan baygınlık geçirmek üzereydim. Sürpriz son var diyemeyiz, zira neler olduğunu zaten başta anlıyorsunuz. Ama yine de sonda öykünün bağlanış şeklini ve verdiği mesajı sevdiğimi söyleyebilirim. Ancak dediğim gibi sona gelene kadar bir kaşık suda fırtına yaratılmaya çalışılmasını gerçekten gereksiz buldum. Ayrıca filmde daha çok Batı kültürüne ait korku öğelerinin kullanılması da baştan itibaren beni rahatsız eden ve filmi ciddiye almamı engelleyen bir unsur. (Mezar, Cerberus misali bir köpek vs.)
Açıkçası ben bu filmde bana anlatılmaya çalışanları yemedim.
Başak Köklükaya ve İlker Aksum özellikle çok iyiler.

Son bir not: Ben rahatsız olmadım ama depremle ilgili sahneler çok iyi tasarlanmıştı o yüzden ciddi deprem fobisi olan insanların bu filme gitmemesini öneriyorum. Siniriniz bozulabilir.

Not: 2/5

Tuesday, December 19, 2006

Dexter..... e2'de

2007'nin ilk çeyreğinde yayına geçeceği belirtilen e2'de "Dexter" yayınlanacakmış.
Daha önceleri dizilerin ve filmlerin dublajlı yayınlanacağı şeklinde haberler çıkmıştı ama bunun da gerçek olmadığı açıklanmış.
Dexter, bence bu senenin en iyi dizilerinden birisi. Sezon finalini izlemek üzereyim. O yüzden baya bir laf sarfedebilirim sanırım. Michael C. Hall başta olmak üzere çok başarılı bir oyuncu kadrosu var. TV için belki fazla cesur biçimde karanlık ve ürkütücü bir yapısı ve çok ince bir mizah duygusu mevcut dizide... Ayrıca çok da heyecanlı. Umarım bu seri-katil kahramanımız Türkiye'de de tutar.
Dizi başlarken yazdığım yorum için TIKLAYIN

Joe Barbera, Ahmet Ertegün & Arif Mardin

Evet çocukluğum onlarla geçti... Şirinler, Taş Devri, Ayı Yogi, Jetgiller, Tom & Jerry ve tonlarca diğer Hanna-Barbera karakteri. Ve bu ikiliden Joe Barbera ortağı William Hanna'nın ölümünden 5 yıl sonra 95 yaşında hayata gözlerini yumdu... Nur içinde yatsın.
(resme tıkladığınızda daha büyük halini inceleyebilirsiniz.)

Hazır böyle bir konu açmışken Ahmet Ertegün'ü de anmak istedim. Yine bu sene kaybettiğimiz Arif Mardin'le beraber ikisi bence tarihin en büyük Türk şahsiyetleri arasına girmelidir. İkisi de başarılı birşeyler yapabilmek için milliyetin (bunu özellikle millet kompleksi olanlar için söylüyorum) önemli olmadığını kanıtlamış insanlar. Başımız sağ olsun.

Sunday, December 17, 2006

Altın Küre Yorumları (F*** you Globes: Bölüm: 1)

Evet ilk günkü öfkeli tepkimin ardından şimdi bu seneki Altın Küreler için yorumlarımı ayrıntılı bir biçimde, şu aşamadaki tahminlerimle beraber yazacağım. Öncelikle şunu belirteyim ben Altın Küre'lerin TV bölümünü biraz daha önemsiyordum bu sene. O yüzden öncelikle oradaki seçimlere kızmıştım.
Yani sonuçta HFPA çok önemli ve artistik bir kurum değil. Doğrudur Oscarlar öncesinde nabız yoklamak adına çok güçlüdür. Ama şahsen ben bu nabız yoklama işinde meslek birliklerinin daha belirleyici olduğunu düşünüyorum. Bir de elbette bu kurum, ödüllerinin ne olduğunun da farkında olduğu için Altın Küreleri kimlere verecekleri konusunda oylama sırasında Oscar'ın en favorilerine de yönleneceklerdir diye düşünüyorum.
Bir de Amerika'da HFPA için 'starf.ckers' terimi kullanılıyor. Bu nedenle o gecede yine her zamanki gibi büyük yıldızları sahnede göreceğimizden emin olabiliriz. :)
Evet film bölümüyle başlıyoruz...

En iyi Film - Drama
The Departed
"Babel" en çok adaylık alan film ve kazanma şansı da çok yüksek ama "The Departed" şu anda Oscar'ın favorisi ve HFPA de bence Oscar'dan çok uzak düşmek istemeyecektir. "Bobby" oldukça vasat eleştiriler almasına rağmen buradaki yerini pek haketmiyor sanırım. (Henüz izleyemedim) ama adaylık konusunda seçme nedenlerinden birisinin filmin kalabalık kadrosunun törende gözükmesini istemeleri olduğuna hiç şüphe yok. "Little Children"a çok sevindiğimi belirtmeliyim ve bu destek gerçekten çok önemli ama şansı olduğunu düşünmüyorum. "The Queen" de güçlü ama "Babel" ve "The Departed" kadar da güçlü değil.

Erkek Oyuncu - Drama
Will Smith, Pursuit of Happyness
Burası çok hileli. Peter O'Toole'un yaşlılık avantajı var. Will Smith'in popülaritesi, Forest Whitaker'ın ise eleştirmenler tarafından desteği. Leonardo dezavantajlı çünkü kendi oylarını bölebilir. Ben yine de "The Departed"la çok şanslı olduğunu düşünüyorum. Ve şu aşamada ödülün Will Smith'e gideceğini düşünüyorum. Hem popüler hem de Oscar yolunda deste vermek isteyecekleri birisi.

En iyi Yönetmen
Babel, Alejandro G. Inarritu
Babel'i çok sevdiler orası kesin ve Scorsese ile Eastwood son yıllarda bu ödülü almışlardı. Bu şekilde ödül paylaşımına giderek Inarritu'yu göreceklerini düşünüyorum.

Erkek Oyuncu - Müzikal/Komedi
Sacha Baron Cohen, Borat
Tamam Johnny Depp var bir yanda ama bu yılın adamı Borat'tı ve sahnede insanları güldürme potansiyeli yüksek olan bir kişiliğin ödülü de hazır.

En iyi Film - Komedi/Müzikal
Dreamgirls
İşte bu çok zor. Little Miss Sunshine Oscar'a oynayan bir film. Borat gönüllerinin birincisi, Devil Wears Prada da son günlerde güç kazandı ama ben burada ayaklarını sağlam basıp Dreamgirls diyeceklerini düşünüyorum. Bill Condon'u aday göstermemenin pişmanlığını da üstlerinden birazcık atarlar böylece. Borat ciddi bir sürpriz yapabilir yalnız.

Kadın Oyuncu - Drama
Helen Mirren, The Queen
rakipsiz - gecenin kraliçesi...

Kadın Oyuncu - Komedi/Müzikal
Meryl Streep, The Devil Wears Prada
Meryl dururken Beyonce'ye verme olasılıkları da yüksek ama senenin en güçlü performanslarından birisini bence atlamazlar.

Yardımcı Erkek Oyuncu
Jack Nicholson, The Departed
Bu da çok zor. Eddie Murphy'yi oraya çıkartmak daha çok işlerine gelecektir. Diğer tarafta Brad Pitt'in sahneye çıkması işlerine çok yarar. Ama Jack Nicholson'da şeytan tüyü var. Şimdilik Nicholson diyorum ama Murphy de çok yakın.

Yardımcı Kadın Oyuncu
Jennifer Hudson, Dreamgirls
American Idol finalisti. Herkesin sevgilisi durumunda. Neredeyse Helen Mirren kadar rakipsiz.

Yabancı dilde en iyi Film
Letters from Iwo Jima
Şimdi buradaki saçmalığa bir bakınız. "Yabancı dil" kategorisi aslen yabancı filmler için yaratılmış bir bir dal. Ama gelin görün ki 2 adet Amerikan filmi de aday. Mel Gibson'ın Apocalypto'sunun HFPA tarafından çok sevildiği söyleniyor. Diğer taraftan Oscar'a güçlü oynayan "Letters..."a verirlerse hem belirleyicilik konusundaki şanlarına gölge düşürmezler hem de Clint Eastwood ve Steven Spielberg gibi 2 deve aynı anda ödül vermiş olurlar. Evet ödülü "Letters..." alır. Tabi bu kategorinin aslen yabancı film için olduğunu hatırlayıp diğer üç güçlü filme vermezlerse. Onlardan da "Pan's Labyrinth" favorim şimdilik.

En iyi Senaryo

Babel
Ödülleri paylaştırma konseptinin cılkını çıkarıp "Little Children"a verebilirler ama bence burada ya "Babel" ya da "The Queen" alır. Şimdilik Babel diyorum.

Orijinal Müzik

Maalesef hiçbir fikrim yok şimdilik. Sadece "Babel" ve "Da Vinci Code"u izledim. İkisi de bence gayet iyiydi.

Oirijinal Şarkı
Şarkıları henüz dinleyemedim. Ama Dreamgirls en güçlüsüdür herhalde...

En iyi Animasyon
Happy Feet
Herkesin sevgilisi... Pixar'ın Cars'ını sollayacaktı.

* Ryan Gosling'in 2 Leonardo uğruna atlanması herhalde bu bölümün en saçma hareketiydi.
** Yabancı dil olayı ayrı bir vaka...
*** Bu senenin en büyük favorisi Bill Condon'ın aday gösterilmemesi de çok saçmaydı. Ama Condon bu konuda çok akıllıca ve alçakgönüllü bir basın açıklaması yapıp inanılmaz puan kazandı.

TV yorumları sonra...

Thursday, December 14, 2006

F**K YOU Globes!!!

HFPA bu sene iyice sapıttı. Sinema bölümünde mantıklı seçimler olduğu kadar gayet eksantrik adaylar da var ama TV bölümü beni şaşırttı. "Studio 60", "Dexter" ve "The Sopranos" gibi dizilerin sadece oyuncularla geçiştirilmesine sinir oldum. Bunun yanında sinemada da çok garip seçenekler var. Leonardo DiCaprio iki filmiyle birden aday. Clint Eastwood da öyle.
Babel
'in deli gibi adaylık alması ise benim için gayet sinir bozucu...
Helen Mirren tam 3 adaylıkla gecenin birincisi...

Adaylarla ilgili ayrıntılı yorumlarım ve ilk tahminlerimi bu gece gibi buraya koyarım.

En iyi Film - Drama
Babel
Bobby
The Departed
Little Children
The Queen

Erkek Oyuncu - Drama
Leonardo DiCaprio, Blood Diamond
Leonardo DiCaprio, The Departed
Peter O'Toole, Venus
Will Smith, Pursuit of Happyness
Forest Whitaker, Last King of Scotland

En iyi Yönetmen
Flags of our Fathers, Clint Eastwood
Letters of Iwo Jima, Clint Eastwood
The Queen, Stephen Frears
Babel, Alejandro G. Inarritu
The Departed, Martin Scorsese

Erkek Oyuncu - Müzikal/Komedi
Sacha Baron Cohen, Borat
Johnny Depp, Pirates
Aaron Eckhart, Thank You for Smoking
Will Ferrel, Stranger
Chiwetel Ejiofor, Kinky Boots

En iyi Film - Komedi/Müzikal
Borat
The Devil Wears Prada
Dreamgirls
Little Miss Sunshine
Thank You For Smoking

Kadın Oyuncu - Drama
Penelope Cruz, Volver
Judi Dench, Notes on a Scandal
Maggie Gyllenhaal, Sherrybaby
Helen Mirren, The Queen
Kate Winslet, Little Children

Kadın Oyuncu - Komedi/Müzikal
Annette Bening, Running with Scissors
Toni Collette, Little Miss Sunshine
Beyonce Knowles, Dreamgirls
Meryl Streep, The Devil Wears Prada
Renee Zellweger, Miss Potter

Yardımcı Erkek Oyuncu
Ben Affleck, Hollywoodland
Eddie Murphy, Dreamgirls
Jack Nicholson, The Departed
Brad Pitt, Babel
Mark Wahlberg, The Departed

Yardımcı Kadın Oyuncu
Emily Blunt, The Devil Wears Prada
Cate Blanchett, Notes on a Scandal
Jennifer Hudson, Dreamgirls
Adriana Barraza, Babel
Rinko Kikuchi, Babel

Yabancı dilde en iyi Film
Apocalypto
Letters from Iwo Jima
The Lives of Others
Pan's Labyrinth
Volver

En iyi Senaryo
Babel
Little Children
Notes on a Scandal
The Departed
The Queen

Orijinal Müzik
The Painted Veil
The Fountain
Babel
Nomad
The Da Vinci Code

Oirijinal Şarkı
"A FATHER'S WAY"- THE PURSUIT OF HAPPYNESS
"LISTEN" - DREAMGIRLS
"NEVER GONNA BREAK MY FAITH" - BOBBY
"THE SONG OF THE HEART"- HAPPY FEET
"TRY NOT TO REMEMBER"-HOME OF THE BRAVE

En iyi Animasyon
Cars
Happy Feet
Monster House

TV adayları

Dizi - Drama:
24
Big Love
Grey's Anatomy
Heroes
Lost

Kadın Oyuncu - Drama:
Patricia Arquette, "Medium"
Edie Falco, "The Sopranos"
Evangeline Lilly, "Lost"
Ellen Pompeo, "Grey's Anatomy"
Kyra Sedgwick, "The Closer"

Erkek Oyuncu - Drama:
Patrick Dempsey, "Grey's Anatomy"
Michael C. Hall, "Dexter"
Hugh Laurie, "House"
Bill Paxton, "Big Love"
Kiefer Sutherland, "24"

Dizi - Müzikal / Komedi:
Desperate Housewives
Entourage
The Office
Ugly Betty
Weeds

Kadın Oyuncu - Müzikal/Komedi:
Marcia Cross, "Desperate Housewives"
America Ferrera, "Ugly Betty"
Felicity Huffman, "Desperate Housewives"
Julia Louis-Dreyfus, "The New Adventures of Old Christine"
Mary-Louise Parker, "Weeds"

Erkek Oyuncu - Müzikal/Komedi:
Alec Baldwin, "30 Rock"
Zach Braff, "Scrubs"
Steve Carrell, "The Office"
Jason Lee, "My Name is Earl"
Tony Shalhoub, "Monk"

Mini Dizi / TV Filmi:
Bleak House
Broken Trail
Elizabeth I
Mrs. Harris
Prime Suspect: The Final Act


Kadın Oyuncu - Mini Dizi / TV Filmi:
Gillian Anderson, "Bleak House"
Annette Bening, "Mrs. Harris"
Helen Mirren, "Elizabeth I"
Helen Mirren, "Prime Suspect: The Final Act"
Sophie Okonedo, "Tsunami, The Aftermath"

Erkek Oyuncu - Mini Dizi / TV Filmi:
Andre Braugher, "Thief"
Robert Duvall, "Broken Trail"
Michael Ealy, "Sleeper Cell: American Terror"
Chiwetel Ejiofor, "Tsunami, The Aftermath"
Ben Kingsley, "Mrs. Harris"
Bill Nighy, "Gideon's Daughter"
Matthew Perry, "The Ron Clark Story"

Yardımcı Kadın Oyuncu:
Emily Blunt, "Gideon's Daughter"
Toni Collette, "Tsunami, The Aftermath"
Katherine Heigl, "Grey's Anatomy"
Sarah Paulson, "Studio 60 on the Sunset Strip"
Elizabeth Perkins, "Weeds"

Yardımcı Erkek Oyuncu:
Thomas Haden Church, "Broken Trail"
Jeremy Irons, "Elizabeth I"
Justin Kirk, "Weeds"
Masi Oka, "Heroes"
Jeremy Piven, "Entourage"

Sureti nasıl bilirdiniz?

Derviş Zaim'in yeni çalışması çok etkileyici... Gerçekten de zaman zaman perdeye kilitlenmiş gibi hissettim kendimi. Herşeyden önce minyatür sanatını sinemaya katmak adına çok iyi bir girişim ve çok başarılı bir şekilde bunu perdeye aktarmayı da bilmiş. Ve film herşeyden önce, sinema üzerine düşünmeyi sevenlere 'suret' ve 'asıl' kavramları üzerinden enfes metinler sunuyor.
Ancak filmin bu kısımlarını resmeden sürreel diyebileceğimiz sahnelerin çok başarılı olmasına rağmen geri kalanının çok iyi olduğunu savunamayacağım. Yani ana karakterimiz başta olmak üzere öykü gayet aksak gidiyor bence. Ki önemli rollerde yer alan oyuncuların performanslarını da şahsen ben yeterli bulmadım. Bunun dışında sanat yönetmenliği, kostüm, müzik, görüntü yönetmenliği ve görsel efektler çok iyi olmasına rağmen kurguda da beni tatmin etmeyen çokça an mevcut.
Yani bu film konusunda arada kaldım diyebilirim.. büyük ihtimalle tekrar da seyrederim ve büyük bir keyifle de hakkında çıkacak 'ciddi' analizleri okurum ama keşke daha iyi olsaydı bu malzemeye sahip bir film demeden de edemiyorum.
Neyse... sinemada sanata dair yaratıcı birşeyler görmek isteyenler gitsin "Cenneti Beklerken"e... cidden çok zengin bir yapım.