Tuesday, October 31, 2006

Notes on a Scandal


Richard Eyre'in yönettiği Notes on a Scandal'ın fragmanı bomba gibi düştü Oscar kulislerine. Tüyleri diken diken edecek Judi Dench illa ki Oscar adaylığı alacak. Cate Blanchett'in ise yardımcı kadın oyuncu kategorisinde Babel'le bu film arasında bir seçim yapması gerekecek. Bu yeni takıntılı sapık şahsiyet filmini merakla bekliyoruz.

Franco, Elizabeth & Kenan Evren

Şu son bir haftada birbirinden çok farklı üç film seyrettim, bunların ortak yönleri ise şüphesiz geçtikleri dönemin liderleri ve rejimleri üzerine de laflar etmesi.

Geçtiğimiz Mayıs ayında Cannes'da Altın Palmiye için yarışan Guillermo Del Toro'nun yönettiği "Pan's Labyrinth" ile başlayalım. 1944 İspanya'sında Franco döneminin başlangıcında geçen film haliyle son derece karanlık ve depresif bir atmosfer ve öyküye sahip. Yönetmenden alışık olduğumuz üzere (Blade II, Hellboy) fantastik bir film bu. Ancak dönemin acı öykülerini de gerçek tarafta tutmayı iyi beceriyor. Filmin fantastik ve gerçek öyküleri aralarda ister istemez kesişiyor ancak bu kesişimler son derece ılımlı bir şekilde gerçekleştiği için iki öyküyü de olması gerektiğinden farklı bir yöne ve abartılara sürüklemiyor.
Küçük bir kızın büyüme öyküsü olarak da adlandırabileceğimiz filmin fantastik yanına Franco askerleriyle mücadele etmeye devam eden bir grubun yaşadıkları eşlik ediyor ve iki tarafta da sinema tarihinin 'en kötü'leri arasına girebilecek Vidal adlı bir karakterle uğraşıyoruz.
Del Toro'nun filmi son derece samimi ve sizi hemen içine alıyor. Aynı zamanda set tasarımları, makyaj ve görsel efekt çalışmalarının da çok başarılı olduğunu belirtmek lazım. Son dönemde izlediğim belki de en iyi fantastik film olan Pan's Labyrinth için Narnia'nın büyükler için olanı da diyebiliriz.

The Queen ise rejimin küçük insanlardan çok başındaki kişilikler üzerinde bıraktığı etkilerden bahseden bir film. Stephen Frears'ın yönettiği ve bu sene Oscar sezonunda adını çok duyacağımız bir film Tony Blair'in başbakan seçilmesi ve Prenses Diana'nın ölümüyle start alıyor. Ardından geçen kısa süre içinde tarihin en acıklı ölümlerinden birisinin ardından sarayda yaşananları gözlemliyoruz. Kraliçe Elizabeth'in, eski ve yeni zamanın gereklilikleri arasında bocalamasını izliyoruz. Belki de sistemi kurtarmak için çok ufak şeyler yapması gerekmesine rağmen sistemin kendisinin bu küçücük detayları olanaksız kılmasını izliyoruz. Bir yandan da yenilik temsilcisi Tony Blair'in ileride yaşayacağı çöküşe dair başta görülen işaretlere tanık oluyoruz. Ve tıpkı Diana öldüğünde nasıl TV karşısına kilitlenmişsek, bu film de aynen o şekilde bizi kendisine bağlıyor.
"The Queen" son derece basit çekimlerle ve sınırlı öyküsüyle çok ufak bir film aslında. Ancak çok başarılı bir senaryo ve enfes oyuncu performanslarıyla adeta devleşiyor. Bu film aslında ne kraliçeye ne başbakana laf sokuyor... İçinde bulundukları ve hizmet ettikleri köklü ve değişmez sistemin bu insanlar üzerinde birinci elden etkilerini ölçüyor. Oyuncu kadrosu tamamiyle çok başarılı ama Kraliçe 2. Elizabeth'e can veren Helen Mirren ayakta alkışlanmayı hakediyor. Ki zaten şimdiden bu senenin de Kadın Oyuncu Oscar'ının en büyük talibi kendisi.

Gelelim bizim öykümüze... 12 Eylül tabusu yavaş yavaş yıkılmaya başlıyor. Ama şunu başta söyleyeyim ben "Babam ve Oğlum"un aslen bir 12 Eylül filmi olduğunu düşünmediğim için o konuda karşılaştırmalara girmeyi yanlış buluyorum.
Geçmişte "Karartma Geceleri", "Uzlaşma" gibi örneklerine rastladığımız sinemamızda "Eve Dönüş" dönemi biraz daha seyirciye yakın bir hale melodram biçimine sokuyor. Ömer Uğur'un yönettiği film hiç şüphesiz gayet önemli ancak iyi bir sinema örneği olduğunu belirtmek için de biraz cesaret gerekiyor. Zira "Olacak O Kadar" usulü ve Yeşilçam'ın artık çok gerilerde kalmış mizansenleri filmi yaralayan birinci unsur. Bu kadar önemli bir öykünün gerçekliğini de maalesef zedeliyor. Yani filmi izleyenler (ben dahil) filmin yarattığı etkiden çok o dönemin oluşturduğu travmanın kendisinden etkileniyor. Yönetmen bunları filmine ilgi çekmek için yapıyor gibi bir iddiada bulunmuyorum kesinlikle. Ömer Uğur'un bu konuda gayet iyi niyetli olduğunu düşünüyorum. Ancak sinematik özellikleri daha iyi kullanmama tercihinin nedenini de çok merak ediyorum. Maalesef filmdeki müsamere havası ne işkenceleri gerçekçi kılıyor ne de yaşanan acıları. Bu bakımdan "Eve Dönüş" kesinlikle zayıf bir film. Ancak ne olursa olsun bu kadar önemli bir olaya bir kere daha dikkat çekiyor ve sinematik zayıflıklarına rağmen sizi etkilemeyi sağlıyor. Bu filmi izlerken ağlıyor ve öfkeleniyorsunuz.
Bu hafta vizyona girecek olan filmi umarım pek çok kişi seyreder ve toplumsal unutkanlığımızı silmek adına yapılmış bu iyi niyetli filme destek verir.

Pan's Labyrinth - 4/5
The Queen - 4/5
Eve Dönüş - 2/5

Monday, October 30, 2006

TV'de Yeni Gerçekçilik: The Wire

Amerika'da 4. sezonu oynamasına rağmen "The Wire" maalesef Türkiye'de duyulmamış bir dizi. Bu sezonun eleştirmenleri en favorisi durumundaki dizinin ilk sezonunu ben de geçtiğimiz ay izleme fırsatını buldum. Daha önce adı duyulmamış David Simon'ın yarattığı dizi Baltimore sokaklarındaki uyuşturucu ticaretine göz atıyor ve bu işlerin büyük patronu Avon Barksdale'i enselemeye çalışan bir grup cinayet & narkotik memurlarının çabalamalarını anlatıyor.
The Wire'ı özel yapan, polisiye türünün klişelerine kesinlikle yer vermemesi. Organize suç konusundaki öyküsü "The Sopranos"a benzer bir biçimde ciddi, olgun ve gerçekçi bir şekilde ilerliyor. Sokak dilini çok iyi kullanan dizide aynı zamanda her türlü bürokratik saçmalık ve güç ilişkileri de oldukça baskın. Hatta "The Wire"ın en büyük kötüsünün sistemin politika ve emniyet ayağı olduğunu söyleyebiliriz.
İçerikteki gerçekçilik "The Sopranos"la paralel olmasına rağmen, "The Wire"ı bu konuda bir üst noktaya taşıyan şey elbetteki öykünün sunuluş biçimi. Enfes sinematik kadrajlar ve işin estetize görselliğiyle bize sunulan Tony Soprano'nun hikayesinin yanında Baltimore'lu bu polislerin maceraları çok daha sade bir biçimle sunuluyor. Hiçbir yerde aşırı bir prodüksiyon tasarımına ya da fazla estetik kadrajlara rastlamanız mümkün değil. "The Wire"ı izlerken TV'de neo-realism'in temsilcisi diye düşünmemin nedeni de bu. Ki diziyi farklı kılan da bu.
Her HBO dizisinde olduğu gibi kalifiye bir ekipten oluşan dizinin başrolünde sinemalarda pek çok küçük rolde gördüğümüz Dominic West var. Ancak dizi belli bir karakterin üstüne gitmekten de kaçınıyor. Ve ekipte herkes çok başarılı. Özellikle amatör oyuncu izlenimi veren sokaktaki çocuklar enfes. Ama özel olarak bir kişiden bahsetmek gerekirse Sonja Sohn'un her çıktığı sahnede dikkatleri üstüne çektiğini belirtmek gerek.
Bir yerlerde rastlarsanız mutlaka izleyin. Çok zor ama umarım CNBC-e bu kalitenin de farkına varır.
Son bir not: Dizinin jenerikteki Tom Waits şarkısı her sezon başka bir kişi tarafından farklı bir versiyonla yorumlanıyor. Ben henüz ilk sezondakini dinleyebildim. Five Blind Boys of Alabama'dan "Way Down in the Hole"u da mutlaka dinlemenizi tavsiye ederim.

1. Sezon Not: 5/5

Sunday, October 29, 2006

Nicholson 'yardımcı'

Sonunda dedikodular son buldu ve WB açıklamayı gerçekleştirdi. LA Times'a göre Jack Nicholson ait olduğu yerde "yardımcı erkek oyuncu" kategorisinde yarışacak. Adaylığına da kesin gözle bakabiliriz. Bu durumda Leonardo DiCaprio'nun iki adaylık şansı da suya düştü. Zira hem "The Departed" hem de "Blood Diamond"la aday olamaz.
Eğer işler düzgün giderse bu sene Jack Nicholson 13üncü adaylığını almış olacak.

Sınav


Film demeye bin şahit isteyen GORA'dan sonra Ömer Faruk Sorak'tan pek bir şey beklemiyordum açıkçası. Ancak bu bayram hengamesinde vizyona giren Sınav şaşırtıcı biçimde iyi bir film çıktı. Türkiye'nin yıllardır bitmek bilmeyen eğitim sistemindeki sorunlara eğlenceli bir bakış atan Sınav'ın en önemli erdemi hiç şüphesiz gençlerin gözünden olaya bakabilmesi. O seviyeye inilip gerçekçi durumlar yaratılmış. Film yoğun bir enerjiyle hüznü ve neşeyi dengeli bir biçimde harmanlıyor. Bunun yanında sivri dilinden de hiç sakınmıyor.
Filmin en önemli artılarından birisi de oyuncular şüphesiz. Başroldeki beş genç oyuncu gayet başarılı performanslar çıkarıyorlar. Ancak ayrıca bahsetmek gerek; filmin en iyi performansı yıllar önce Ömer Kavur'un "Karşılaşma"sıyla bize 'bu çocukta iş var' dedirtmiş olan İsmail Hacıoğlu'dan geliyor. Oyuncu Mert karakterini sinemamızın unutulmaz karakterlerinden birisi haline getiriyor. Hatta büyük konuşayım eğer Türkiye'de gençlik filmleri furyasının başlaması gibi bir durumla karşılaşırsak Hacıoğlu şimdiden o türün yıldızı olmaya aday. İleride de kariyerinin daha da büyüyeceğini görmek için kahin olmaya gerek yok.
Aslına bakılırsa genel olarak bütün oyuncu kadrosunun başarılı olduğunu belirtmek gerekiyor. (Aralarında bir tek Tuba Büyüküstün'ün yabancılaştırıcı performansını beğenmediğimi belirtmeliyim.)
Zaman zaman didaktiklik sınırının aşılması dışında filmin önemli bir kusuru ise bence yönetmenden kaynaklanıyor. Filmlerde video klip tarzına karşı olan birisi değilimdir. Ama eğer sizin hızlı kurgularınız, ani flashbackleriniz ve sürekli renk değiştirmelerinizin bir anlamı yoksa bunlar gösterişçi ama içi boş bir makyaj olmaktan öteye de gidemiyor. Ve ne yazık ki Ömer Fark Sorak ve ekibi de kurgu masasında kendilerinden geçmişcesine abartmışlar da abartmışlar gibi duruyor. Ancak kabul etmek lazım. Bu teknik gösteriler filmin ritmin belirliyor ve aksamasını da engelliyor. Yani seyirci hiçbir şekilde filmden kopmuyor.
Özetle Sınav gayet eğlenceli ve kesinlikle sinemada gidilip desteklenilmesi gereken filmlerden.
Not: 3,5/5

Friday, October 27, 2006

Oscar'da kafalar karışıyor...



Oscar yarışında arada bir oyuncu kategorilerinde farklı seçimlere tanık oluyoruz. Bunlar aslen çok ince stratejilerin sonuçları oluyor. Örneğin The Hours'la yardımcı rolde yarışabilecek olan Nicole Kidman starlığının gücünden yararlanarak 'en iyi kadın oyuncu' ödülünü götürmüştü. Diğer yandan geçen sene başrol de sayılabilecek olan Rachel Weisz akıllı oynayıp çok daha şanslı olacağı yardımcı oyuncu kategorisinde kampanyasını gerçekleştirip ödülleri toplamıştı.

Ancak bu sene şirketlerin kampanyalarına başlama arefesinde oyuncu kategorileri iyice birbirine girmiş durumda. "The Devil Wears Prada"da inanılmaz sükse yapan Meryl Streep, başroldeki Anne Hathaway'in de şansı olmadığı için kendisini başrol kategorisine çekti. Sonuçta bahsi geçen kişi Streep olduğu için adaylık şu anda garanti gibi. Ancak şu da bir gerçek ki Streep'in bu kategoride kazanma şansı çok zayıf. Yardımcı kategoride olduğu takdirde ise daha iddialı olacağı kesin.



Streep'in dışında star gücünü kullanıp kendisini başrol oyuncu için yarışa sokmaya hazırlanan Jack Nicholson'ınki ise anlamsızlığın son noktası. Zira "The Departed" aslen Leonardo DiCaprio'nun ondan sonra da Matt Damon'ın canlandırdığı karakterlerin hikayesini anlatıyor. Üstelik DiCaprio'nun da bu filmde kariyerinin en iyi performanslarından birini çıkardığı söyleniyor. Nicholson'ın bu kaprisi dışında DiCaprio'yu yardımcı kategoriye koyma niyetinin bir başka nedeni ise Leo'nun bir diğer filmi "The Blood Diamond"la da gündemde olması. Bu şekilde oyuncunun iki kategoride de aday olma şansı doğuyor.

Bu sene bu kadarla kalsa yine iyi. "En iyi Erkek Oyuncu" için favorilerden Forest Whitaker'ın aslında yardımcı kategoride daha şanslı olacağı söyleniyor. Brad Pitt için de 'erkek oyuncu' baskısı sürüyor. Kalabalık bir kadrosu bulunan Babel'de, Pitt'in karakterinin aslen yardımcı olduğu ancak yıldızlık mertebesi sebebiyle başrole taşınabileceği söyleniyor.
Bütün bunların yanında ne yapacağı hala belli olmayan daha pek çok oyuncu var. Cate Blanchett, bu sene 3 filmle gündemde ve bunların yarattığı oy bölünmeleriyle hiçbirinden de adaylık kapamayabilir. Diğer bir yandan Annette Bening'in "Running with Scissors"la başrol yerine yardımcı kategoriye sokulması gerektiğini düşünenler var.

İşler ileride biraz daha karışabilir ancak oyuncuların hangi kampanyayı yürüteceklerini belirlemeleri de bazen yetmeyebiliyor. Zira akademi üyeleri çoğunlukla bu kampanyalara uysa da bunları dikkate almayanların da olup doğru bildiği şekilde oy vermesi mümkün. Bu durumda oy bölünmesi ile hiçbir adaylık alamamaları da söz konusu olabilir.

The Black Dahlia


Başucu filmlerimden LA Confidential'dan sonra bir başka James Ellroy uyarlaması ile daha karşı karşıyayız. Zengin kadrosu ve yönetmen koltuğunda oturan Brian De Palma sayesinde de beklentilerimiz tavan yapmış durumda. Filmin ilk aşamasında görsel anlamda türüne sadık bir filmi zevkle izliyoruz. Ancak zaman içinde o bildik noir karakterleri birer birer karikatüre dönüşüyor. Sonlara doğru ise film iyice çığrından çıkıp bu senenin hayal kırıklıklarından birisi haline geliyor.
"The Black Dahlia" deneyimini bu şekilde özetleyebiliriz. De Palma görsel anlatım konusunda ustalığını konuşturuyor ve bazı unutulmayacak anlara imza atıyor. Ancak bu güzellikler maalesef filmin geneline yayılan dağınıklığı engelleyemiyor.
Hilary Swank dışındaki oyuncular hakkında çok kötü yorumlar yapıldı Amerika'da ancak biraz haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Çünkü performansların her birisi noir konseptine uyuyor ve filmin tercihleri nedeniyle de bunun bilinçli bir seçim olduğunu söyleyebiliriz. Ancak Josh Hartnett maalesef tipten kaybediyor ve belki de tarihin en az inandırıcı Noir dedektifine dönüşüyor. Scarlett Johansson ve Hilary Swank her çıktıkları sahnede rol çalıyorlar. Ancak filmin bence en iyi performansını bir ölüden izliyoruz. Mia Kirshner, "Black Dahlia" rolünde muazzam.
Filmi zanaatkarlık açısından yargılamak ise imkansız. Nefis bir prodüksiyon olmuş. Ancak ne var ki neo-noir'lar arasında vasat kalmaya mahkum olacak kadar tek boyutlu bir iş olmuş.
Not: 2/5

İklimler

Geçtiğimiz Mayıs'ta Cannes'da aldığı karışık tepkilerden sonra biraz hevesim kaçmıştı aslında ama İklimler yine de bu senenin sabırsızlıkla beklediğim filmlerindendi. Nuri Bilge Ceylan artık auteur'lüğü de kanıtlanmış bir yönetmen. Zira filmlerine gittiğiniz zaman neyle nasıl karşılaşacağınızı tahmin ediyorsunuz. Bu yüzden çok farklı bir şey denemedikçe bizi şaşırtması da zor gözüküyor. Ancak "İklimler" yönetmenin tarzında hafif bir kıpırdanma olduğunu da gösteriyor kanımca. İsa ve Bahar'ın sorunlu ilişkileri üzerinden insan manzaraları sunan Ceylan bu sefer karakterleri ciddi anlamda öne çıkarmış gibi geldi bana. Ancak ne kadar başarılı olduğu tartışılır. Filmi başarılı bulsam da yönetmenin filmografisindeki en zayıf film ürün olarak gördüğümü de belirtmeliyim. Filmin bence en çok yara aldığı kısım diyaloglar. Bu şekilde karakterleri öne çıkaran bir filmde, (yüksek ihtimalle doğaçlama yapılmış) son derece kasıntı, yapay diyaloglar filmi ciddiye almamızı da önlüyor.
Ben Nuri Bilge Ceylan sinemasını hep diyaloglardan bağımsız görmüşümdür zaten. Filmdeki bir sahnede İsa karakteri İshak Paşa Sarayı'nın fotoğrafını çekerken taksi şoförüne 'önde bir figür' olarak durmasını söylüyor. İşte Ceylan'ın şimdiye kadar yaptığı da böyle bir şeydi. İnsanları bir figür, o an yarattığı atmosferi destekleyici bir öğe olarak kulanıyordu ve laflarını çok daha geniş bir çerçevede sunuyordu. Şunu da belirtmek isterim ki Ceylan'ın olayında sükut gerçekten de altındı.
Diyalogların dikkat dağıtmasını bir kenara bırakırsak oyunculuğu da ciddi anlamda etkilediğini söylemek gerek. Örneğin oyunculuğuyla çok eleştirilen Ceylan'ın tüm mimiklerini, jestlerini ben son derece yerinde buldum. İsa karakterine başarılı biçimde can veriyor. Ancak sarf ettiği o laflar en çok İsa karakterinin gerçekliğini sorgulatıyor sanırım. Zira en çok övgü alan performanslar doğaçlamayı iyi becermiş ve düzgün replikleri sıralayan oyunculardan çıkmış.
Bu aslında Nuri Bilge Ceylan'dan ziyade Zeki Demirkubuz'un elinde bir harika olur diyebileceğim bir öykü. Ama çok da yüklenmeyelim çünkü diyaloglar (o da hepsi değil zaten) işin bir kusuru. Onun dışında yönetmen kuşkusuz yine iyi bir sinema örneği çıkarmış. Pek çok sekansta Ceylan her zamanki sakinliği ve olgunluğuyla etkileyici olmayı başarıyor. Görüntü yönetmenliği, ses tasarımı Türk sinemasında rastladığımız iyi örneklerden. Altın Portakal'da kurgu ödülünü almasını ise hala anlayamıyorum. (Herhalde Ağrı'daki 'aşk' sahnesini çok başarılı buldu jüri.)
İşin özü, film genel anlamda başarılı olmasına rağmen işin içinde Nuri Bilge Ceylan beklentileri olduğundan ufak bir hayal kırıklığı yaratabilir.
Not: 3,5/5

Thursday, October 26, 2006

Türkiye'ye özel...

MTV Türkiye sonunda geçtiğimiz hafta yayına başladı. Bundan yaklaşık 15 yıl önce Cem Uzan frekanslarında tanışmıştık MTV kültürüyle. Ardından büyük yerlerden "Türk ahlak yapısına uygun değil" diye yayınına ara verilmiş ve Uzan da frekansı boş tutmamak adına Kral TV ile yeni bir trendi başlatmıştı Türkiye'de. Yıllar sonra ise Orta Doğu MTV'si ile yetinmek zorunda kalmıştık. Ama sonunda İbranice reklamlardan da kurtulduk. MTV Türkiye, Türkçe altyazı ile sunduğu orijinal programların yanında zamanla kendisine özel şovları da düzenleyecek şeklinde duyumlar dolaşıyor ortalıkta. Bunun yanında kanalın görüntü ve ses kalitesinde de belirgin bir düzelme mevcut. Şarkı seçimleri ise (özellikle de Türkçe şarkılar) oldukça seviyeli gözüküyor. Umuyorum bu aynen böyle devam eder. Bir de muhafazakar kesimi kızdırabilecek reklamları ise bence mükemmel olmuş. Önümüzdeki hafta MTV EMA'i canlı yayınlayacak olan kanal umarım ülkemize de seviyeli bir ödül gecesi kazandırır. Bu arada kanalın resmi web sayfası da yayında.

Bu ay Türkiye'ye merhaba diyen bir başka yabancı kaynaklı güzellik ise Billboard oldu. Büyük ihtimalle Rolling Stone'dan da gaz alıp bu işe girişen Doğuş Yayın Grubu sayesinde efsane bir dergiyle daha tanışmış olduk ve Billboard listeleri ne menem bir şey olduğunu görmüş olduk. Daha bir teenager kitleye hitap ediyor gibi gözükmesine karşın dergi türdeşleri gibi boş da değil. Üstelik ilk bakışta Rolling Stone Türkiye'ye nazaran daha fazla orijinal içeriğe sahip gibi gözüküyor.
Bu tarz yayınların yerele indirgenmesine pek çok farklı tepki gelecektir şüphesiz ancak bu şekilde oluşturulan güç birliklerini ben gayet olumlu bulduğumu belirtmeliyim. Bu arada Empire, Total Film gibi sinema yayınlarının Türk versiyonları da yakında dergi raflarını süsleyecek. Yani bu rüzgar daha devam edeceğe benaziyor.

Friday, October 20, 2006

Almodovar mı Loach mu?

Geçtiğimiz Mayıs Cannes Film Festivali'nde yarışan iki iddialı film bizi de nihayet ziyaret ediyor. Altın Palmiye kazanan Ken Loach'un "The Wind that Shakes the Barley"si bu hafta vizyonda. İspanyol sinemasının yüz akı Pedro Almodovar'ın festivalde senaryo ve kadın oyuncu ödülleri layık görülen Volver'ı ise Kasım ayında vizyona girecek.
Geçtiğimiz hafta iki filmi de arka arkaya izleme imkanı buldum. Sonuçlar açıklandıktan sonra oldukça tartışılmıştı. Aslında Volver hakederken Ken Loach'un kendi filmografisinin bile en iyisi olmayan bir filmle Altın Palmiye'yi alması pek çok kişiye göre haksızlıktı.
Doğrudur, "The Wind that..." yönetmenin en iyi filmi değil. Ama bu çok sağlam bir film olduğu gerçeğini de değiştirmez. Loach yine kendi sinemasını öne çıkararak hassas olduğu bir konuda gayet etkileyici bir iş çıkarmış. "The Wind that..." iki kardeşi merkeze alarak İrlanda'nın yıllar boyunca kanayan yarası olan özgürlük mücadelesine ve IRA'nın ne şekilde biçimlendiğine dair enfes bir epik ortaya çıkarmış. Açıkçası filmin başlarında acaba fazla karikatür olaylar mı izleyeceğiz diye bir endişeye kapılmıştım ama süre içinde yönetmenin doğallığı sizi de kavrıyor ve etkileyici bir seyire dönüştürüyor bu deneyimi.


Volver ise başka bir harika. Almodovar son yıllarda kariyerinin başlarındaki o cazibesinden uzaklaşmakla suçlanmıştı kimileri tarafından. Bu anlamda Volver, belki de yönetmenin ilk dönem sinemasına en yakın film. Ama diğer yandan o olgunluk da bu sıcak ve içten kadın öyküsüne ayrı bir hava katıyor. Beş kadının erkek dünyasında bocalamaları ve ayakta kalmaya çalışmaları üzerine çok etkili bir film. Aynı zamanda Penelope Cruz'un o güzelliğinin yanında yeteneğini de konuşturduğu enfes bir performans izliyorsunuz. Aslına bakarsanız Cannes jürisi filmde yer alan beş kadın oyuncuya birden ödül vermekte de haklıymış. Çünkü sadece Cruz değil tüm kadro büyüleyici. Ama eski Sophia Loren karizmasını perdeye taşıdığı için benden Cruz'a ekstradan bir artı.
Sonuç olarak iki film de yönetmenlerinin en iyisi olmasa da görülesi filmler. Ama herşeyden önce iki yönetmenin de imzasını taşıyan auteur ürünlerinden bahsediyoruz burada. İkisi de sizi çok farklı dünyalara davet ediyor ve etkileyici bir sinema deneyimi sunuyor. Peki Altın Palmiye'yi hangisi hakediyordu. Değindiği konunun hassaslığına rağmen etkileyici bir sinema sunan ve şimdiye kadar tonlarca kere festivalde yarışıp bu ödülü bir türlü alamamış Ken Loach benim de tercihim olurdu.
İki film de şiddetle tavsiye edilir.

Thursday, October 19, 2006

The Good German


Sonunda Steven Soderbergh'in son bombasının fragmanı da yayınlandı. Poster Casablanca'yla inanılmaz benzerlik içeriyordu. Fragman da bunu destekliyor. Bunun yanında bazı sahneler inanılmaz biçimde Hitchcock karelerini anımsatıyor. George Clooney ve Tobey Maguire'a Alman aksanıyla mükemmel bir Cate Blanchett ve Soderbergh'in her zamanki gibi etkileyici görselliği eşlik ediyor...

Sunday, October 15, 2006

A Scanner Darkly


Dün filmekimi'nde gece yarısı seansında gösterilen "A Scanner Darkly"ye ilgi büyüktü. Ancak çıkışta insanların aynı coşkuyla çıkıp çıkmadığına emin değilim. Çünkü Richard Linklater'ın son numarası ya bayılırsın ya da nefret edersin tarzı filmlerden. Bir seyirci eğer ikisinin arasında kaldığını iddia ediyorsa bence kendini aldatıyordur.
Ben filme bayıldım ve üstelik Linklater'ın "Waking Life"ını da akıllıca bir deney olarak görmeme rağmen genel anlamda hoşnut kalmayan azınlık içindeyim. "Waking Life" o yoğun görselliğini gerçek-rüya ikilemini yaşatmak için iyi tasarlanmış bir projeydi. "A Scanner Darkly" ise bu sefer aynı tekniği ( izlemesi daha kolay bir görsellikle) bağımlılık üzerine kullanıyor.
Dediğim gibi film aslen bağımlılık hakkında ve bunun üzerine hafif noir ve politik paranoya sosları da ekliyor. Bob Arcter'ın (Keanu Reeves) giderek kendini birebir gözlemeye zorlandığı bir dünyada karakterin düşüşü adım adım gösteriliyor. Filmin özellikle ilk yarısı Arcter ve keş arkadaşları arasındaki geyiklerden ve "Yeni Yol" adlı şirketteki çalışmalarından oluşuyor. Ancak sürekli renkli birşeylerle karşılaşsak da bunun ana öyküyle bağlantısını da çözemiyoruz. Yani film bir anlamda sürekli kendini tekrar eder duruma geliyor. Bu Linklater'ın "Waking Life"ta da kullandığı bir metod. Neyin içine atıldığımızı bilmeden filmin ilk yarısında dünyada varolan neredeyse her teoriyi bir ders gibi dinledikten sonra olayın içeriğine davet ediliyorduk. Aynı sistem burada da kullanılmış. Bu süreç seyircinin çok kolay kendini kaybedebileceği, ama takip etmeye kalktığında da zihnini bulanacağı bir süreç ki bu hazırlığın ardından gelen asıl olay örgüsünün yarattığı algıyı da güçlendiriyor.
Linklater'ın uyguladığı teknik aslında en baştan seyircinin beynini zorlayıcı bir şey. Gözleriniz buna dayansa bile, o an ortalıkta dolanan onca acaip görüntü arasında verilen tonlarca bilgiyi de es geçmeniz olası. Ki sadece bu bile benim için filmi tekrar tekrar izleme zaruretini oluşturuyor.


Philip K. Dick'in romanlarını ve öykülerini okumadığımı utanarak söylemeliyim. Ama eserlerinden uyarlanmış filmleri de şimdiye kadar oldukça beğendim ve en azından paranoya konusundaki takıntısını da fark ettim. "A Scanner Darkly", bu tarz paranoya öyküleri için biçilmiş kaftan bir anlatıma sahip. Seyircinin ne olup bittiğine dair en ufak bir fikri yokken, ya da beyninin her tarafından farklı bir yorum fırlarken filmde yer alan paranoyayı da aynı anda kendisinin yaşanması sağlanıyor kanımca. (En azından kafa karışıklığını yarattığı kesin) Bu tarz öykülerin vazgeçilmezi olan melankoli ise bence filmin iyi kullandığı bir silah. Çok etkileyici final anına kadar çok aşırıya kaçmıyor ama belli yerlerde silahın ucunu da seyirciye gösteriyor.

"A Scanner Darkly" benim için bu yılın en iyi filmlerinden birisi. Kullandığı görsel tekniği filmin ana konusuna ve temalarına uygun bir biçimde yedirirken seyirci - karakter arasında da ciddi sağlamlıkta bir köprü kurduğunu düşünüyorum. Bunun yanında öykü anlatma şekli de bence buna destek oluyor. İtiraf etmem gerek filmden allak bullak çıkmıştım. Hatta beynim de resmen .....miş durumdaydı. Ama bir yandan da bu filmi ne zaman tekrar seyredebilirim diye düşünüyordum. Ya da Philip K. Dick okumaya başlamalıyım falan...

Herkese 'kesinlikle gidin' diyemeyeceğim bir film bu. Zira dün gece olduğu gibi sizin de salondan çıkma olasılığınız var. Sonra bana suç atmayın. Ama deneylere açık olanlar kesinlikle şanslarını denemeli.

Not: 4,5/5

(Bu arada dün gece gösterilen kopyada Türkçe altyazı vardı. Yani bizden bi şirket bunu çoktan satın almış bile. Vizyona girme olasılığı çok yüksek.)

Saturday, October 14, 2006

Il Caimano

Nanni Moretti, benim çok sevdiğim bir İtalyan sinemacı ve geçen sene Cannes'da yarışan son filmini de sabırsızlıkla bekliyordum. İtalya'nın Woody Allen'ı yakıştırması yapılan bu yönetmen ayrıca politik yönden de önemli bir sanatçı. Son filmi "Il Caimano" ise dünya gündemine Berlusconi karşıtı bir film olarak oturmuştu.
Dün filmekimi'nde izledim ve sonuç hayal kırıklığı.
Filmin İtalya'da David Di Donatello ödüllerinden galip çıkmasını ise sadece politik içeriğine bağlıyorum. Ki politik içeriğinin ne kadar dolu olduğu da sorgulanması gereken bir şey. Bu anlamda film bana Fahrenheit 9/11'ı hatırlattı. O da bence sadece Bush'a havladığı için yere göğe sığdırılamayan aslen sığ bir belgeseldi.
Film boyunca Moretti dağıldıkça dağılmış ve neden bahsedeceğini bilememiş sanki. Ortada film çekmeye çalışan bir yapımcı ve aynı zamanda ailesinin dağılmasını engellemeye çalışan bir adam var. Ama bunların hiçbirisi seyirciyi ikna edici bir seviyede sunulmuyor. Bu adamın film yapıp yapmaması umrumuzda bile olmuyor. (Mesela bir kaç hafta önce vizyona giren "2 Süper Film Birden" öncelikle bizim karakteri önemsememizi sağlıyordu.) Diğer yandan adamın ailesiyle (daha doğrusu karısıyla) ilgili sorunları ile ilgili tek yaptığı şey ise ağlayıp sızlamak ki bu da konunun o kısmının önemsizleşmesini sağlıyor.
Berlusconi konusuna gelirse, çekilmekte olan bir film (ki kabul etmek lazım film içindeki film çok dandik) bir şekilde etkiliymiş gibi sunuluyor bize. Ama tek yaptığı şey Berlusconi ile ilgili zaten bilinen şeyleri önümüze tekrar sunmaktan ibaret.
Moretti mizahı bir şekilde işliyor ama ortalık o kadar dağınık ki bunlar da sadece yüzeysel kalıyor. Bu sefer başrolde kendisinin oynamıyor olması ise herhalde aktör egosundan kaynaklanan bir şey. Ki Moretti filmde sadece ufak bir kaç sahnede (Berlusconi'yi oynayan aktör) rolüyle gözüküyor. Finalldeki etkileyiciliği düşündüğümüzde bu egonun nedenini anlıyoruz ama bu dandik bir yemeğin sonunda güzel bir tatlı seçeneğinin karşımıza çıkmasına benziyor. Bizim ağzımızın tadı çoktan kaçmıştı halbuki.

Not: 1,5/5

Thank You for Smoking


80'lerin ünlü komedi yönetmeni (Ghostbusters, Twins) Ivan Reitman'ın oğlu Jason Reitman'ın ilk filmi "Thank You for Smoking" yurtdışında oldukça olumlu eleştiriler almıştı ve bizde ilk olarak filmekimi'ne gösterildi.
TYFS, kesinlikle iyi bir film. O çok övülen senaryosu ise filmin can damarı kuşkusuz. Her daim seyircinin favorilerinden olan karizmatik repliklere (punchline) sırtını dayıyor ama kabul etmek lazım ki bu işi çok iyi yapıyor. Bu tarz replikler pek çok kişide alerji sebebi olabilir tabii ki. Zira tamamen bunların üzerine kurulu bazı filmler gereksiz yere övgü de alabiliyor. Ama Reitman'ın burada bu lafları bir anti-kahramana söyletmesi, insanların gözüne gözüne mesaj vermeye çalışmadan başarması bence bu filmi farklı kılıyor. Anti-kahraman açısından düşündüğümde aklıma ilk olarak geçtiğimiz senenin iyi filmlerinden "Lord of War" geliyor. Ne var ki "Lord of War" gereğinden fazla konuşan ve aralarda mesaj verme kaygısıyla ipin ucunu da kaçırabilen bir filmdi. Senaryonun bir diğer güzelliği ise pek çok karaktere yer verirken bunların arasında kaybolmaması ve hepsinin dengesini de iyi bir şekilde tutturması bence.
Ancak şunu kabul etmek gerekiyor film herşeyden önce çok eğlenceli. Güncel pek çok konuda eleştiri oklarını gayet munzır bir biçimde hedeflerine saplıyor. Üstelik filmin komedi yönü de sorunsuz bir şekilde akıyor. Bir taşlamanın olması gerektiği gibi önce düşündürüp sonra güldürüyor. (Salonda seyircinin pek çok espriye birkaç saniye sonra tepki verdiğini görmek çok ilginç bir deneyimdi.)
Jason Reitman ilk filminde kesinlikle sınıfı geçiyor. Hatta babasının kariyerinin bitme noktasında olduğu bu zamanda yeni neslin ne kadar ümit vaadettiğini de gösteriyor. Oyuncular tam olması gerektiği gibi. Hiçbir aşırılık yok. Yine de onca yıldızı (Aaron Eckhart, Maria Bello, William H. Macy, Katie Holmes, Rob Lowe, Robert Duvall vs.) bir arada görmek çok keyifli.
Thank You for Smoking, etmek istediği laflar uğruna kendisini kaybetmeyen, dengeli, zeki, akıcı senaryosuyla da bu yılın iyi filmlerinden birisi.
Not:3,5/5

Thursday, October 12, 2006

Desperate Housewives (3. Sezon)

Stars Hollow'un kızları bu sene gayet 'vasat' bir yola sapmışken bir de Wisteria Lane'in histerik bayanlarına göz atalım. Desperate Housewives , Amerika'nın banliyö hayatına dair başarılı bir taşlama olarak yola başladı. Ancak sırtını bu sakin mekanda geçen gizemlere adadığı için bir anlamda kendi sonunu da hazırlamıştı. Ki geçtiğimiz sezonki bocalaması da dizinin dinamiklerini yeniden gözden geçirmelerini gerekiyordu kanımca. 1. sezonun ardından işlerin çığrından çıkması ve esasında hiç önemsemediğimiz Applewhite gerilimi dizinin sonunu getirecek diye düşünmüştüm. Ki bence geçtiğimiz senenin sonuna doğru dizi doğru bir yol almaya başlamıştı. Komediyi öne çıkarıp karakterleri daha zorlu yollara soktu.
Şu bir gerçek ki 3. sezon oldukça umut verici başladı benim için. Kabul edelim bu dizi asla başladığı noktadaki kaliteye dönemeyecek ama en azından geçen sezonki başarısızlığın ardından 'iyi' sıfatını hakedebilir belki. Marc Cherry ve ekibinin artık banliyö taşlaması konusunda yeni bir fikir üretemedikleri aşikar. Onlar da dizinin özündeki bu özelliği yine de koruyarak bu sefer daha bir entrika usulü romantik-komedi (aslında screwball comedy demek daha doğru olur) yönünü ağırlaştırdılar sanırım.


3. sezon, ilk baştaki olaylardan çok azının mirasını kabul ederek daha çok geçen senenin sonunda tanıştırılan sorunlarla ilgileniyor. Bu da aslında yeni bir başlangıç demek aslında. Öncelikle Lynette'in başına gelen Nora belasının, karakter için şimdiye kadar yapılan en iyi fikir olduğunu düşünüyorum. Ne var ki bu fikrin kendini tekrarlama şansı da çok yüksek. Gabrielle ise geçen sezon önemli bir momentum kazanıp 'eşini aldatan seksi evhanımı' imajının üstüne bir şeyler eklemişti. (Ki bunun da etkilerini göreceğiz. - Ve bebek olayı da çok orijinal olmamakla beraber iyi bir fikir) Susan ise bence dizinin tek sabit karakteri. Hala dizinin başındaki tarzını koruyor ve Teri Hatcher'dan ne kadar nefret ederseniz edin (ki iyi oynuyor kabul etmek lazım) dizinin dengeli gitmesi için en önemli taşlardan bir tanesi. Bree'ye gelince... O hep bizi şaşırtıyor ama Marcia Cross'a ne kadar bayılırsak bayılalım bu kadar potansiyel taşıyan bir karakter hala yeterli üç boyutluğa ulaşamadı bence.
Eksikleriyle gedikleriyle, 3. sezon iyi başladı bence. Mizah oranı artırıldı ve söyleyeceği de çok şey var gibi gözüküyor. Üstelik bu sefer dizinin suç/gizem kısmı bizim umurumuzda olan bir karakterle ilgili.

PS: Dougray Scott, çok iyi bir oyuncu ve diziye katmaları gerçekten iyi olmuş ama bu dizide İngiliz aksanı bence olmuyor.

Wednesday, October 11, 2006

Oldu Gazoz / All the Gaseous


Bunu sizinle de paylaşmak istedim. Bir arkadaşımın yaptığı bu kısa film, benim oldukça sevdiğim içten, sıcak ve sevimli bir çalışma.

Yönetmen: Halit Soysal
Oyuncular: Ersan Üçok, Tahir Özgen
Senaryo: Halit Soysal, Ersan Üçok, Tahir Özgen

Tuesday, October 10, 2006

House M.D. (3. sezon)

Dikkat spoiler içerir!


Tam bastonuna, aksiliğine alıştık derken, üçüncü sezonun başında iyileşmiş bacağı ve yumuşamış karakteriyle karşımıza çıkan House özüne dönüyor...


İkinci sezon finalinde beyninin derinliklerine girip, bütün karanlık karakter sorgulamaları arasında, merdivenlerde neşeyle zıplarken gördüğümüz sevgili doktorumuzun sevinci kursağında kalmış gibi görünüyor. Üçüncü sezonun başlarında tamamen yeni bir enerjiyle dolup sivriliğini kaybetmeye başlayan House bastonu ile birlikte kişiliğini de geri aldı. Açıkcası bütün yapısı bu sivri doktorun kişiliği üzerine kurulmuş olan dizinin, zaten önümüze kısa süreliğine sürülmüş olan insancıl House'la ne kadar beklentileri karşılayacağı da şüpheliydi.
Karakterindeki yumuşama ve yeni edindiği yaşam sevinci, hastane içindeki güç dengelerini de değiştirip, her zaman ahlak kalesi konumunda olan Dr. Cuddy'i ve iyi arkadaş Wilson'ı birer hain haline getiriyordu az kalsın. Bu değişimden en çok yarar sağlayıp öne çıkan Cameron ise, bir bölüm içinde aslında neden arka planda kalması gerektiğini, güçlü kadın olarak ortaya çıkması beklenen yerlerde tam bir baş ağrısı gibi davranarak gözler önüne serdi...
Bu kadar zikzak sonrasında tam eski güzel günlere döndük, gelsin derdine derman olmayan hastalar derken, dizi dört haftalık bir ara verdi. Bakalım 31 ekim'de karşımıza neler çıkacak, örneğin senaristler Chase'i düştüğü önemsizlik çukurundan çekip almaya karar verecekler mi, yoksa bu karakter gereksiz laflar etmeye devam edip yavaşca diziden mi silinecek?

Sunday, October 08, 2006

Robbie Williams - Rudebox

Robbie Williams'ın yeni single'ı "Rudebox" tam bir hayal kırıklığı. 2000'lerin başında özellikle "Sing When You're Winning"le yakaladığı ruhu "Escapology" sonrasında kaybettiğini düşünmeye başladım. Bir önceki albümü "Intensive Care" de belli ölçülerde bir hayal kırıklığıydı. Ama Rudebox daha da kötüsünün geleceğini söylüyor sanırım.
Robbie Williams'ı oldukça takdir eden birisiyimdir. Ama bu şarkıda adamın özelliklerinden hiçbirisini görmek mümkün değil. Her şeyden önce yaratıcı kimliğiyle tanıdığımız bu adamın şu andaki türevlerinden doğru düzgün ayrışmayan ve üstelik çok daha düşük bir kaliteye sahip bu müziği satmaya çalışmasını anlamak mümkün değil. Madonna, 80'lerin disco'suna el attığında ilginç bir şeyler vardı. Ama Robbie, 80'lerin hip-hop'una el attığında yeni bir cümle kurmuş olmuyor. Elektronik altyapı açısından baktığımızda ise maalesef yeterli değil. Bunu söyleyeceğimi hiç düşünmezdim ama Justin Timberlake bu yaz çok daha iyi bir iş çıkardı zaten.
Robbie'nin en can alıcı özelliklerinden birisi de şarkılarının sözleriydi muhakkak. Şarkılarında gayet muzip, eğlenceli, sivri dilli aynı zamanda da yaratıcı bir dil vardı. "Rudebox" ise daha önce söylediklerinin basit bir tekrarından başka bir şey değil.
Single'ın ardından gelecek albümü bekliyoruz yine de... Umarım gerisi de bunun gibi değildir.

Saturday, October 07, 2006

Lost (3. Sezon)

3. sezon'a başlamamış olanların okuması sakıncalı olabilir.


Lost'u haftalık izlemeyi pek tercih etmiyorum açıkçası. Toptan izlemek benim için daha keyifli oluyor. Ama yine sezon başında bir istisna yapıp izledim. Doğruyu söylemek gerekirse öykü anlatımının 2. sezonda zayıflamış olması beni endişelendiriyordu ama bu bölümle biraz umutlanır gibi oldum. Her zamanki gibi çok fazla bilgi verilmedi, ama bazı konularda da oldukça ilginç gelişmelerden haberdar olduk. Yine de Lost meraklılarının dişinin kovuğuna yetmeyecek bilgilerdi bunlar.
Flashback bölümü ise yine dizinin ana karakteri pozisyonundaki Jack'le başladı. Açıkçası Jack benim hiç sevmediğim bir karakter. Son derece mızmız, aynı zamanda çevresindekileri rahatsız edecek ve zarar verecek kadar da takıntılı bir kişilik. Gerçek hayatta yan yana oturmak istemeyeceğiniz tiplerden. Bu bölüm de bunu bize bir kere daha kanıtladı. (Buna gerek var mıydı o ayrı bir konu tabii ki ama yine de karakteri iyice ayrıştırmak adına etkili olduğunu söylemek mümkün) Mızmız Jack'i geçip biraz da dedikodu yaparsak Kate & Sawyer'ın işi gerçekten tamamdır. :)

Açıkçası biraz bekleyip görmek lazım bu sezon için çünkü Lost cephesinde değişen bir şey yok. Herşey bildiğiniz gibi. Yine sorular ve bunlara verilen gizemli cevaplar, iyi karakter analizleri bizi bekliyor. Ama ilk bölüm Juliet ve 'Ben' arasında yeni bir gerilimi de müjdeliyor. Ki bu dizinin en iyi olduğu şey insan ilişkileri üzerine yarattığı öyküler şüphesiz. Ve bu ikilide de güzel malzeme varmış gibi gözüküyor.

Friday, October 06, 2006

Dexter

Popüler kültür geçtiğimiz hafta yeni bir seri katille tanıştı. Showtime'da yayınlanmaya başlayan "Dexter", Jeff Lindsay'nin Türkiye'de Artemis Yayınları'ndan çıkan "Delirtici Düşlerin Dexter"ı adlı romanından TV'ye uyarlanmış. İlk bölümün yönetmenliğini "Six Feet Under"da adına rastladığımız Michael Cuesta yapmış. (Kendisi aynı zamanda bolca övgü almış "L.I.E" ve "Twelve and Holding" adlı filmlerin de yönetmeni. ) İlk bölümün yazarlığını ise "The Sopranos"dan tanıdığımız James Manos Jr. yapmış.

Dexter Morgan
, aslen bir adli tıp görevlisi ve suç bölgelerindeki kan izlerine göre davaların çözülmesine yardımcı oluyor. Ancak bunların dışında bir de hobisi var. 'Ölmeyi hak edenleri' arkada delil bırakmadan da temizliyor ve bu onun için vazgeçilmez bir ritüel. Bunun yanında kendine güven sorunu çeken polis memuru üvey kız kardeşi, polis departmanında farklı şekilde etkilediği insanlar ve sorunlu (ya da 'yaralı' ) bir kız arkadaş dizinin ana kadrosunu oluşturuyor.
Dexter, şüphesiz TV tarihinin en ilginç karakterlerinden birisi. Anladığım kadarıyla her bölümde üvey babasıyla olan 'akıl hocası - çırak' ilişkisine dair flashback'ler bizi bekliyor ve dizi Dexter'ın aklından geçenleri bıkmadan verdiği üst seslerle de daha ayrıntılı çiziyor.
Senaryosu ise ince elenip sık dokunmuş tarzdan. En ufak ayrıntılar seyirciye ustalıkla ve göze sokulmadan veriliyor. Özellikle psikanalizle ilgilenenlerin iştahını kabartacak bu öykü aynı zamanda görsel olarak fazlasıyla karanlık bir atmosfere sahip. Daha çok yağmurlu ve güneş görmeyen bir şehre yakışacak (bkz. Se7en) şekilde yaratılmış karakterler Miami'nin canlı ortamında farklı bir tezat oluşturuyor. Ve kesinlikle ortamın tüm albenisini de Dexter'ın gözünden baktığımızda öldürüyor.
Dizinin en önemli artısı ise elbette başroldeki Michael C. Hall. Hall'u Six Feet Under'daki içe kapanık ama dışarıya açılmaya ve kabuğunu kırmaya çalışan duygusal küçük kardeş David Fisher olarak tanımıştık. Birden bire böyle bir rolde görünce de insan hafif afallıyor. Zira bu karakter David'i döver.


Kendisini çok iyi tanıyan ve kişiliğiyle bir anlamda barışık ancak bunu tamamen zihninde saklayan dışarıya ise bambaşka bir manzara sunan bir karakter var burada. Ama ne yaptığının kesinlikle farkında. Sadece topluma uyum sağlıyormuş gibi gözükmeyi tercih ediyor. Böylece en karanlık yönünü de zarar görmeden korumayı başarıyor. Hall'un Six Feet Under'daki eşcinsel karakterinden sonra bu dizide de aseksüel birisini oynadığını belirtmek lazım. (Ama sanırım bilinçaltı ona farklı oyunlar da oynacayak sonraki bölümlerde.)
Enfes atmosferi ve polisiye gerilime yeni bir tat getirecek senaryosu ile Dexter bu yıl başlayan dizilerin en iyilerinden. Amerika'da tutulduğu takdirde Türkiye'ye gelmesi de uzun sürmez diye düşünüyorum. CNBC-e'nin "Nip/Tuck" ve "Six Feet Under"lı Pazar gecesi kuşağına da çok iyi gidecek bir yapım aslında.

Not: 4,5/5

Zodiac

Se7en ve Fight Club gibi modern zaman klasiklerine imzasını atan David Fincher nihayet dönüyor. Son 4 yıldır adı pek çok filmle anıldı ama sonunda o Zodiac'ta karar kıldı. Filmle ilgili ne bir fragman ne de doğru düzgün fotoğraf yayınlandı. Gördüğünüz gibi billboard'lardaki tanıtımları bile nete düşer hale geldi. MCN'de yayınlanan posteri daha iyi incelemek için resme tıklamanız yeterli.
Filmde son zamanların yükselen yıldızları Jake Gyllenhaal ve Mark Ruffalo'nun yanında Gary Oldman ve Robert Downey Jr. gibi isimleri de izleyeceğiz.

Şimdiye kadar yayınlanan iki fotoğraf da hemen aşağıda... Film 19 Ocak'ta Amerika'da vizyona giriyor.

Thursday, October 05, 2006

The Departed


Martin Scorsese yine sokaklara dönüyor. Son yıllardaki Oscar gönüllüsü işleri beni pek fazla tatmin etmese de Scorsese'nin yeni filmini büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum.
Film şimdiden ciddi övgüler almakta. Hatta "Goodfellas'tan beri yaptığı en iyi film" diyenler var. O zamana kadar fragmanla idare edeceğiz.

Hong Kong yapımı (ve bence) bir modern aksiyon klasiği olan "Infernal Affairs"in yeniden çevrimi olan filmde Leonardo Di Caprio, Matt Damon, Jack Nicholson, Mark Wahlberg ve Martin Sheen yer alıyor. Nicholson herkesten övgü toplamayı başarıyor. DiCaprio içinse kariyerinin en iyi performansını verdiği söyleniyor. Film yüksek ihtimalle Kasım'da Türkiye'de vizyona girecek.

Gilmore Girls

Maalesef kızlar eski formunda değil. "Gilmore Girls", Amerika'da 7. sezonuna başladı. Ancak bu sefer büyük bir eksiklik var. O da dizinin yaratıcısı Amy Sherman-Palladino. Geçtiğimiz sezon diziden ayrıldığını açıklayan Palladino ve kocası maalesef Stars Hollow'a büyük bir darbe indirmişe benziyor. Aslında böyle olacağı biraz belliydi çünkü bu ikili dizinin senaryo ve yönetim aşamasında herşeyi çoğunlukla üstlerine alıyorlardı.

Dizinin zaten yaratıcı ekibi içinde yer alan David S. Rosenthal şu anda "Gilmore Girls"ü sahiplenmiş durumda ancak ilk bölümde yakaladığı performans başarılı değil. Herşeyden önce şunu anlamış oluyoruz ki bu dizi sadece hızlı konuşan değil hızlı ve zeki diyalog sarfeden karakterlere sahipmiş ve 7. sezonun ilk bölümünde de sanki büyük bir zorlama varmış gibi hissediliyor. Sanki diyaloglar çok yer kaplasın diye bir sürü boş lafla doldurulmuş gibi.
Stars Hollow kasabasının halkı zaten öyle aman aman bir öykü yapısına da sahip değillerdi. Bu diziyi asıl ayakta tutan şey diyalogları, müthiş dinamik ve yaratıcı komedi öğeleri ve elbette oyunculuklarıydı.
Kabul etmek lazım 6. sezon ciddi bir gerilim anıyla bitti ve bu sezonun ilk bölümü de bunu hissettiriyordu ama geçen sezon da Lorelai-Rory arasındaki gerginliğin bundan aşağı kalır yanı yoktu ve buna rağmen bizi eğlendirmeyi bilmişlerdi.
Tabii henüz ilk bölümden yargılamak haksızlık olacak ama sanırım kızlar ve biz Palladino'ları özleyeceğiz. Alexis Bledel tam da iyi bir oyuncu olmaya başlamıştı halbuki...

Wednesday, October 04, 2006

Bourne, Gael'e karşı...

Yıldızı iyice parlayan Gael Garcia Bernal'in Jason Bourne üçlemesinin son filmi "The Bourne Ultimatum"da kötü adamı canlandıracağı söyleniyor.
İlk film zayıf bir aksiyonken, "Bourne Supremacy" ile birlikte bence seri oldukça albenili bi hale geldi. İkinci filmin de yönetmenliğini yapan Paul Greengrass yine yönetmenlik koltuğundaymış. Matt Damon, Julia Stiles ve Joan Allen ise yine kadrodaki yerlerini almışlar. Kadroya eklenen diğer bir isimse "Good Night, and Good Luck"taki performansıyla şapka çıkartan David Straithairn.
Bakalım Gael, Damon'ın karşısında nasıl duracak?