Tuesday, September 26, 2006

filmekimi 2006


5. yılına giren filmekimi programı açıklandı. Yine hareketli bir sonbahar olacağa benzer... Ayrıntılar için BURAYA buyurun.

Beş Vakit

Reha Erdem'in geçtiğimiz yıl İstanbul Film Festivali'nden galip olarak ayrıldığı "Beş Vakit" nihayet bu hafta vizyona giriyor. Ve belirtmek gerek ki film kesinlikle olağanüstü. Şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki "Beş Vakit" uzun zamandır izlediğim en iyi Türk filmi. Hatta tüm zamanların en iyi Türk filmleri arasında da yer almayı da hakeden bir film.
İsmi önemsiz küçük bir köydeki insanların günün beş vakti süresince yaşadıkları sevinçler, hayal kırıklıkları, kahkahaları ve göz yaşları özellikle üç çocuk ön plana alınarak anlatılmış.

Aslında filmde ölümün kıyısında gezen hayatlar anlatılmış. Ama ne anlatım. Film resmen şiir gibi gözlerinizin önünde akıp gidiyor. Akıllıca seçilmiş klasik müzik eserleri ve son yıllarda bir Türk filminde tanık olduğumuz en mükemmel görüntü yönetmenliği sonucunda bu küçük insanların hayatlarına giriyorsunuz. Reha Erdem hiçbir yerde kontrolü kaybetmiyor. Ve filmin her bir köşesine ilmik ilmik küçük ayrıntıları işliyor. Ve ortaya çok katmanlı, ve belki de bir kaç kere seyretmeden sağlıklı bir analizi yapılamayacak bir film çıkıyor (henüz ilk izleyişimden şunu söyleyebilirim özellikle psikanalizle ilgilenenler bence bu filme bayılacak). "Beş Vakit"in en büyük erdemi ise hiç şüphesiz taşrayı işleyiş tarzı. Aslında bu açıdan bir nebze "Mayıs Sıkıntısı"nı da hatırlatıyor sanki.


Ama eminim bir taşra öyküsü deyince insanların aklına ilk başta "Babam ve Oğlum" gelecektir. Çağan Irmak'ın göz yaşatıcı ve samimi öyküsü benim de çok hoşuma gitmişti kabul ediyorum ve kült filmlerimden birisi haline geldi bile. Ama "Babam ve Oğlum"un başarısız olduğu noktalarda "Beş Vakit" adeta parlıyor. Herşeyden önce çok küçük ve kapalı bir topluluğu işlese bile bunu evrensel bir dille yapmayı beceriyor. Dünyanın her hangi bir yerinde bulunan bir seyirci bu filmi kolaylıkla anlayabilir ve özümseyebilir. Üstelik dünya pazarına sunulacak kalitede bir teknik başarı da söz konusu. Enfes görüntülerinden bahsetmiştim değil mi?... Ses kullanımları, oyunculukları, mizansenleri herşeyiyle "bu film bir Türk filmi" lafını övünerek söyleyebileceğimiz bir iş var karşımızda.

Açıkçası seçici kurulun Oscar aday adaylığı konusunda bu sene "Beş Vakit"i nasıl es geçtiğini anlayamadım. Gerçi temsil etmek için seçilen "Dondurmam Gaymak"ı izleyemedim henüz. Ama yine de bu film son zamanlarda (özellikle Antalya'dan gelen haberlerle) sadece popüler anlamda yapılan şebeklikler değil çok daha üstün düzeyde kaliteli filmler yapılabileceğinin bir göstergesi ve belki de habercisi. (İklimler, Kader ve Takva ise yolda...)


Reha Erdem, reklam dünyasında kazandığı para aracılığıyla filmlerini yapan bir yönetmen. Ama parayı reklam yerine sinemadan kazanıp daha fazla film yapmasını sağlamak elbette bizim elimizde. Bu filme mutlaka gidin ve sinemamızda ne kadar kaliteli işlerin yapılabileceğine de tanık olun.

Not: 5/5

2 Süper Film Birden

Murat Şeker'in Antalya'da yarışan filmi "2 Süper Film Birden" bu hafta vizyona giriyor. Bu filmle ilgili görüşler her şeyden önce iki gruba ayrılacak; filmi eğlenceli bulanlar ve bulmayanlar... Ben şahsen eğlenceli bulduğumu belirtmeliyim. Bazı espriler birbirlerini tekrar etse de genel olarak Şeker'in keskin dilli mizah tarzını beğendiğimi belirtmeliyim. En azından Türk Sineması için biraz da olsa farklı olduğunu kimse inkar edemez.

Diğer yandan filmin öykü yapısına baktığımızda asıl sorunlar ortaya çıkıyor. Daha hemen başta film bizi Necati'nin her ne kadar çok işe yaramayacak gibi gözükse de tutkusu üzerinde kandırmayı başarıyor. Ama zaman geçtikçe ve mafyadan porno endüstrisine pek çok yan öykünün de bir araya gelmesiyle film adeta bir çorbaya dönüyor. Ve ana karakterimiz de bunların arasında adeta kayboluyor. Film yapma amacı mafyadan kaçmaya dönüşüyor ve film içinde gelişen "2 Süper Film Birden" teorisini nasıl gerçekleştireceğine dair de hiçbir açıklama göremiyoruz. Sonuçta Necati, o sete geldiğinde karşılaşmak istemeyeceği bir ortamla yüz yüze gelecekti. Bunun dışında zaman zaman gerçekten de inandırıcılığı zorlayan gelişmeler de mevcut. Bunlar filmin büyük falsoları arasında ama yine de ben esprilere bakarım gülerim diyorsanız ve Şeker'in tarzı size de uyarsa hiç şüphesiz eğleneceksiniz.
Filmde oyunculuklara geçersek çoğu performansın iyi olduğunu söylemek gerek. Özellikle Uğur Polat hiç alışık olmadığımız bir tarzda oldukça eğlendiriyor.
Murat Şeker'in yönetmenlik açısındansa oldukça umut vaadettiğini söylemem gerek. O histerik havayı filme iyi yansıttığını düşünüyorum. Genel olarak çok başarılı olmasa da kamerayı, ses efektlerini de bunları destekleyecek şekilde kullanmış. Sonuçta bir şekilde izleniyor ve bitiyor film. Bu anlamda hoş bir seyirlik ve eğer mizahı hoşunuza giderse de kesinlikle iyi vakit geçiriyorsunuz. Ama sadece o kadar. Daha fazlasını beklemeyin.

Not: 2,5/5

Monday, September 25, 2006

Lost



Müthiş bir finalle 2. sezonunu kapatan Lost, 4 Ekim'de geri dönüyor. Yukarıda 3. sezon reklamını izleyebilirsiniz.

Harry Potter'dan görüntüler....

Yeni Harry Potter filmi "The Order of the Phoenix"den (Zümrüdüanka Yoldaşlığı) ilk resimler basına verildi. Aşağıda garip saçlı Harry'yi görüyorsunuz. Yukarıda ise İngiltere'nin en yetenekli hanımlarından üçünü görmektesiniz. Emma Thompson ve Maggie Smith daha önce de HP filmlerinde yer almışlardı. "Vera Drake"teki üstün performansıyla tanıdığımız Imelda Staunton ise bu bölümün efsane kötüsü Dolores Umbridge rolünde...

Serinin beşinci filminin yönetmenliğini daha önce ismini duymadığımız David Yates yapıyor. Film 2007 yazında (yüksek ihtimal serinin son kitabı da o zaman çıkacak) vizyona girecek.

Battlestar Galactica


Bu konuda biraz geç kaldığımı kabul ediyorum. Çünkü diziye şans tanımak için CNBC-e'nin göstermesini bekledim. Biraz geç bir keşif oldu yani. Ama dizi beni çok memnun etti. İki haftadır BG'nin 2000'ler versiyonu olarak hazırlanan mini dizisini izliyorduk. Ama sonundan da anlaşılacağı üzere adamlar bunu yaparken zaten kafalarında normal bir diziye dönüştürme fikirleri de varmış herhalde. Bu dört bölümden oluşan kısım kendi içinde bir bütünlüğe sahip olsa da sonunda karakterlerle ilgili sunduğu kısa çözüm(süzlük)lerle kapısını da açık bırakmayı bilmiş.
Bu arada oyuncu seçimlerinin çok başarılı olduğunu da belirtmek isterim. "Number Six", Starbuck, Apollo vs. çok iyi seçimler. Ancak şu aşamada performansına hayran kaldığım bir isim varsa Başkan Laura Roslin rolündeki Mary McDonnell'dır. Kadın adeta gözleriyle konuşuyor ve enfes oyunlar veriyor.
Gelecek hafta itibariyle büyük bir ihtimalle dizinin dinamiği biraz değişmeye başlar. Daha episodik ve muhtemelen daha yavaş (özellikle bu hafta yayınlanan kısımlarda aralardak yapılan elipsisler korkunç derecede büyüktü.) bir öykü gelişimine de hizmet edecek. Başkan'ın hastalığı, Baltar'ın durumu, Apollo ve babası arasındaki sürtüşme falan derken asıl büyük tuzakla da karşılaşmış olduk. Gizliden gizliye bize kendisini sevdiren Boomer bir cylon'muş meğerse...

Neyse bakalım bu ekip daha ne kadar süre kaçabilecek ve Dünya'yı bulabilecekler mi?

Hala haberiniz yoksa Pazar geceleri 22.00'de CNBC-e'de. Yakalamak için de belki en doğru zaman.

Sunday, September 24, 2006

Antalya, Altın Portakal'larını dağıttı...

Bu sene yarışmaya katılan filmlerden sadece "Kardan Adamlar"ı görmüştüm. (Ki o da pek kötü bir şeydi.) O yüzden pek yorum yapamıyorum kararlara. Ama anlaşılan o ki kulislerde konuşulan üç film "Kader", "Takva" ve "İklimler"e büyük ödüller paylaştırılmış.

Özellikle Kadın Oyuncu'da "Kader"le Vildan Atasever'in adı geçiyordu ama yine de bu kadar genç bir oyuncunun iki sene üst üste Altın Portakal'ı alması gerçekten de biraz absürd olurdu gibi. Yine de Sibel Kekilli ve filmi "Eve Dönüş" de oldukça iyi yorumlarla karşılanmıştı.

Tabii ki filmleri izledikten sonra yorum yapabileceğiz ama Nuri Bilge Ceylan'ın tarzını bilen birisi olarak "İklimler"in kurgu ödülünü almasına şaşırdığımı da belirtmem gerek. Bu arada fark edildiği üzere "Kader" en iyi film'i almasına rağmen toplamda en az ödülle dönen film olmuş. Eminim bu konuda yine abuk subuk konuşacak insanlar çıkacaktır. Ama bu festivallerde normal karşılanacak bir şeydir.

Bence normal olmayan şey, geri kalan ödüllerdeki "Takva" ve "İklimler" yoğunluğu. Bu tercih bir festival için pek normal değil. Yine de dediğim gibi filmleri görmeden bir şey diyemeyiz.

Bir değişiklik olmazsa, "İklimler", Ekim'de; Takva ise Aralık'ta vizyona girecek.



Ödüller...
En iyi Film: "Kader"
(Zeki Demirkubuz)
Jüri Özel Ödülü: "Takva" (Özer Kızıltan)

Yönetmen:
Nuri Bilge Ceylan (İklimler)
Senaryo: Önder Çakar (Takva)

Kadın Oyuncu:
Sibel Kekilli (Eve Dönüş)
Erkek Oyuncu:
Erkan Can (Takva)
Yard. Kadın Oyuncu:
Nazan Kesal (İklimler)
Yard. Erkek Oyuncu: Civan Canova (Eve Dönüş)
Umut Veren Oyuncu:
Ufuk Bayraktar (Kader)

Sanat yönetmeni: Erol Taştan (Takva)
Ses tasarımı ve miksaj: İsmail Karataş (İklimler)
Kostüm tasarımı: Ayten Şenyurt (Takva)
Özel efekt: Uğur Erbaş (Cenneti Beklerken)
Makyaj ve saç: Himmet İnkaya (Takva)
Laboratuvar: Sinefekt (İklimler-Takva)
Kurgu: Ayhan Ergürsel (İklimler)
Müzik: Gökçe Akçelik (Takva)

fotoğraflar: Türsak

Thursday, September 21, 2006

Yıllar Sonra... yine eskisi gibi...


Friends
'in yaratıcılarından David Crane (ilginçtir uzun bir zamandan beri Marta Kauffman'la birlikte çalışmadığı ilk projesi) ve Mad About You'nun yapımcılarından Jeffrey Klarik'in yarattığı yeni sitcom "The Class"ın ilk bölümü geçtiğimiz Pzt. CBS'te yayınlandı.


Stüdyoda, çoklu kamerayla seyirci önünde çekilen ve bol bol gülme efektleri eşliğinde sunulan klasik Amerikan sitcom'ları son zamanlarda oldukça zor zamanlar geçiriyor. 2000'ler belki de bu türün son büyük örnekleri olan Frasier, Friends ve Everybody Loves Raymond'ın da bittiği ve yerlerinin doldurulamadığı yıllar olacak. Zira şu anda Amerikan TV'lerindeki komedi anlayışının giderek stüdyo dışına çıkıp, tek kamera çalışılarak ve gülme efektlerinden de uzak durarak çekilen komediler olduğu bir gerçek. Bu bağlamda "Arrested Development", "My Name is Earl", "The Office" gibi daha pek çok örnek saymak mümkün.

Yine de klasik Amerikan sitcom'u da tam olarak ölmüş değil. Şu anda popülerliğinin üst noktasındaki "Two and a Half Men" en çok seyredilen diziler arasında. Bir türlü ısınamadığım "How I Met Your Mother" ise emin adımlarla ilerliyor. Ki bazı eleştirmenler bu dizinin bir sonraki "Cheers" olabileceğini de söylüyor.


Herneyse konumuza dönelim. İşte böyle bir ortamda "The Class" tabii ki büyük iddialarla başlayamadı. Ama gerçekten bu dizide umut var. 3. Sınıf'ta birlikte okumuş 8 kişinin hayatlarının tekrar kesişmesiyle ortaya çıkan olaylar daha ilk bölümde ciddi anlamda eğlendirmeye başladı. Tabii ki dizinin ekip açısından ciddi bir sorunu var. 8 kişi gerçekten çok fazla ve zamanla bir kısmının da eleneceğini hissediyorum ama ilk bölümde sağlanan dinamizm gayet hoştu. Karakterler çok iyi oluşturuldu. İlk bölümden üç potansiyel romantik ilişki oluşturuldu ve şimdiden favorim olan karakterler var.

Diziyi izlememdeki en büyük nedenlerden birisi daha önce "Joey"den tanıdığımız Andrea Anders'dı. Ama yeni favorilerimiz de var. Bayanlardan Lizzy Kaplan'ın oynadığı Kat en favori karakterim olabilir. Ayrıca Joan Cusack tarzı bir histeriyle donatılmış Lena karakterinin de altını çizmek gerek. Erkeklerden ise tercihimi baş karakterimiz Ethan yerine hala annesiyle yaşayıp TV karşısında oyun oynayan Duncan'dan yana kullanacağım.
"The Class" zaman zaman "Friends"i de hatırlatacak gibi... 20 küsür yaşlarında bir grup gencin hayatlarındaki çabalamalarını sözünü esirgemeyen bir mizahla izleyeceğiz gibi geliyor.

PS. Bu arada ilk bölümü sitcom'un en usta yönetmenlerinden James Burrows'un yönettiğini belirtelim ki bu dizinin arkasının da şimdilik sağlam olduğunun bir göstergersi.

Not: 4/5

Wednesday, September 20, 2006

Sven Nykvist

Sinema tarihinin en büyük görüntü yönetmenlerinden 2 Oscar'lı Sven Nykvist 82 yaşında hayata veda etti.
Söyleyecek pek bir şey yok. Sinemada çalışan herkesin ilah olarak görebileceği bu büyük ustanın arkasından da yapılabilecek tek şey eserlerinin ne kadar mükemmel olduğunu hatırlamak elbette.

En çok Bergman filmlerinde gördük onu... Belki de İsveç'ten çıkan ikinci büyük sinemacıydı bu yüzden. Persona'dan, The Silence'a, Cries and Whispers'a kadar daha pek çok filminde Bergman'ın karelerini oluşturdu. Diğer bir favori yönetmeni ise kuşkusuz Woody Allen'dı. Allen'la da "Celebrity" ve "Crimes and Misdemeanors" gibi filmlerle çalıştı. Bunların dışında "Chaplin", "Unbearable Lightness of Being" gibi pek çok önemli filmin de görüntü yönetmenliğini yapmıştı. Son filmi ise 1999 yapımı "Curtain Call"du.


R.I.P.

The Good German

İkinci dünya savaşı ve Hollywood... bu ikili birbirinden hiç vazgeçmeyecek herhalde. Bir sürü kafanın yer aldığı afişleri pek sevmem. Ama burada da bilinçli bir şekilde 1940'ların filmlerine gönderme yapıldığı açık. Haydi gelin iki afiş arasındaki benzerlikleri bulalım.. :)

(Daha büyük halleri için resimlere tıklayın)



"The Good German", günümüzün en iyi yönetmenlerinden Steven Soderbergh'in (Traffic, Erin Brockovich vs.) bu yıl sonunda vizyona sokacağı bir film. Başrollerde ise George Clooney, Cate Blanchett ve Tobey Maguire var. Bu yılın Oscar umudu taşıyan filmlerinden...

afişler: impawards

"Neden?" diye sordum kendime...


Dün gece NTV'de Can Dündar'ın yeni programı "Neden?" başladı. Programın sadece son yarım saatine bakabildim maalesef. Anladığım kadarıyla programın formatı öncelikle bir uzmanla teke tek görüşmenin ardından başka uzmanların da bu tartışmayı geliştirmesi üzerine kurulu.

Bu anlamda birebir söyleşiyi kaçırmış bulundum ama Can Dündar'ın o kısmı iyi becerdiğine dair bir şüphem yok zaten. Yalnız şu bir gerçek ki benim izlediğim kısım biraz kontrolden çıkmış gibiydi. Nur Serter & N. B. Karaca'nın kontrolden çıkan tartışmalarının üzerine bir de Yaşar Nuri Öztürk'ün programı ve Dündar'ı azarlar gibi yorumları bence 'tartışma' kısmında moderatörlük işinin de aksadığını gösteriyordu. Can Dündar o yumuşak ve kibar tonuyla konukları toparlamaya çalışsa da, azarcı bir öğretmen ile söz dinlemeyen çocuk halet-i ruhiyesi arasında gidip gelen konuklar programı ele geçirmiş gibiydi.

Ben de dün gece kendi kendime "Neden?" diye sordum. Araştırmacı gazeteci (ya da Televizyoncu) olarak son derece iyi işler yapmış olan Dündar, "Neden böyle bir program yapıyor?"... cevabını bilemiyorum elbette ama kesinlikle programın daha iyi düşünülüp daha iyi yürütülmesi gerekiyordu.

Tartışma bilgilendirme açısından oldukça renkliydi aslında. Bu anlamda hiçbir şikayetim yok. Ama siz bir konu belirliyorsanız, konukların da o konunun dışına çıkmasına izin vermemelisiniz ve programın gidişini siz yönlendirmelisiniz. Ayrıca programı da istediğiniz anda bitirebilmelisiniz. (Zira gecenin belki de en susturulamaz insanı Y.N. Öztürk programın bitiş konuşması ve müziğinin yavaş yavaş girmesinin ardından bile konuşmaya devam etti. Ve program anlamsız bir şekilde uzadıkça uzadı. )

Hep böyle konuklar olacaksa Dündar'a bol sabır diliyorum.

fotoğraf: www.sorucevap.com

Studio 60 on the Sunset Strip...


Aaron Sorkin'in yeni dizisi, tarzını tanıyanlar için pek sürpriz değil aslında. "The West Wing" ve "Sports Night"ta bence harikalar yaratan Sorkin yine bir iş çevresinde (bu kez TV dünyasına el atıyor) toplanan insanların hayatlarını biraz drama biraz komedi şeklinde kendine has dinamiği ve kurduğu diyaloglarla anlatmaya devam ediyor.
Dizi ciddi anlamda 1976 yapımı
"Network"ü anımsatan bir açılışa sahip. Ki daha ilk bölümden bu önemli filme ve senaristi Paddy Chayefsky'ye de birkaç kere selam çakıyor. (Aslında bu dizi bir anlamda "Network"ün tüm zamanlara hitap eden bir film olduğunu da kanıtlıyor diyebiliriz.)

Bu sefer olaylar
"Saturday Night Live" tarzında bir program çevresinde gelişiyor. Ve iki ana karakterimiz Matt & Danny'nin (Matthew Perry & Bradley Whitford) bir Cuma gecesi operasyonuyla programı ellerine alışlarını gösteriyor. Bu durum aynı zamanda kanalın yöneticiliğine yeni getirilmiş olan Jordan'ın da (Amanda Peet) ilk sınavı sayılıyor.

"Studio 60...", TV dünyasına zehirli iğnelerini mi sokacak yoksa onun içinde eriyecek mi bilemiyorum ama ilk bölüm zaten bildiğimiz şeylerin biraz abartılı hale getirilmesinden oluşuyordu kanımca. Tabii ki Sorkin'in farkı son derece açık. Sonuçta şu anda yayınlanan dizilerin en kalitelileri arasında yerini almış durumda. Ama bir "West Wing" kalitesi yaratacağına da kesin gözle bakamıyorum nedense. Sanırım bunu zamanla göreceğiz.

Sorkin
'in manipülatif ve akıllı diyalogları, birinci sınıf kurgusunun yanında kadro da son derece iyi. İçlerinde şu aşamada en çok parlayan kişi ise beni şaşırtmayan Bradley Whitford. Danny karakterine o olgunluğu çok iyi bir şekilde veriyor. Matthew Perry bildiğimiz gibi. Amanda Peet, biraz donuk sanki ama bu sanırım biraz karakterle de ilgili bir şey. Yani kesinlikle hırslı cadı bir yönetici değil. Ama iyi niyetli olmadığı da çok açık.

Dizide şu aşamada gördüğüm en ciddi potansiyel tehlike ise
Sarah Paulson'ın oynadığı Harriet karakteri. İnancı çok kuvvetli olarak çizilen bu iyi hristiyan karakter bence iki boyutlu olmanın sınırında.


Neyse dizinin geleceğini zaman gösterecek. Ama
ABD'de çok iyi eleştiriler aldığını ve ilk bölüm rating'inin de hiç fena olmadığını belirteyim.

Bakalım bizdeki kanallar almaya tenezzül edecekler mi?


Not: 4/5

IKSV'nin sonbahar güzelliği "filmekimi" beşinci yılında...


Bu seneki filmlerden bazıları...


"A Scanner Darkly"
; Richard Linklater'ın "Waking Life" türündeki (gerçek oyuncuların performansları animasyona dönüştürülüyor.) yeni animasyonu aynı zamanda bir
Philip K. Dick uyarlaması. Kadroda ise Keanu Reeves, Wynona Ryder ve Robert Downey Jr. var. Filmin Cannes'da olumlu eleştiriler aldığını hatırlatmak lazım.

"Free Zone"... Ortadoğu sorununa bölgenin en iyi yönetmenlerinden Amos Gitai bir bakış atıyor. Ve başrolde Natalie Portman var. Yalnız bu film hakkında o kadar iyi şeyler duymadım.


"The Wind that Shakes the Barley"... Bu senenin olaylı Cannes galibi. Genel izlenim Altın Palmiye'yi haketmediği yönünde ama bir Ken Loach filmi olması bile izlemek için yeterli sanırım.. :)

"Indigénes"... Cannes'da erkek oyuncu ödülü filmin ana kadrosuna verildi. Festivalin oldukça iyi filmlerinden olduğu söyleniyor. Fransa'yı hiç görmemelerine rağmen İkinci dünya savaşı'nda Fransa adına savaşan Cezayir asıllı askerlerin öyküsü anlatılıyor.


"Brick"... Geçen sene festivalden son anda çıkarılarak bizi üzen IKSV, bu aksiliği filmekimi'nde telafi ediyor. Son yıllardaki en iyi neo-noir'lardan biri olarak tabir ediliyor.

Bunun dışında Birol Ünel'in oynadığı ve Tony Gatlif'in yönettiği bir çingene öyküsü "Transylvania", Werner Herzog'un çok beğenilmiş belgeseli "Grizzly Man", Cannes'da en iyi ilk film ödülü alan "12.08 East of Bucharest" ve olmazsa olmaz Kim Ki-Duk'tan "Shi-gan" gibi merakla beklediğimiz filmler de mevcut.

Etkinliğin sponsorluğunu bu sene Nokia üstlenmiş.
Biletler 7 Ekim'de satışa çıkarılacak ve hafta içi gündüz seansları yine 2,5 YTL..

fotoğraflar: IKSV

Tuesday, September 19, 2006

Toronto'dan Takva'ya ödül...



Toronto Film Festivali, Kuzey Amerika'da Oscar sezonunun açılışını da simgeliyor bir anlamda. Burada En iyi film ödülü alan filmlerin çeşitli dallarda Oscar'larda adından söz ettirmesi bir gelenek. Aynı zamanda pek çok film de bu festivalin ardından Oscar yarışına başlıyor ya da baştan kaybediyor.

Bu sene festivalden geçer not alan filmler arasında Babel, Little Children ve Volver gibi filmler var. Ama mesela sıkı kadrosuyla (Sean Penn, Kate Winslet, Jude Law, James Gandolfini, Patricia Clarkson...) iddialı olduğu söylenen All the King's Men de sınıfta kalmış durumda.

Bunun yanında festivalde üç adet Türk filmi de gösterim şansı buldu. Nuri Bilge Ceylan'ın "İklimler"i., Reha Erdem'in "Beş Vakit"i ve Yeni Sinemacılar'ın yeni ismi Özer Kızıltan'ın "Takva" adlı filmleri ile ilgili maalesef doğru düzgün bir tepki göremedik. Haliyle tam olarak nasıl karşılandığını ve seyirci tepkilerini de bilemiyoruz. Çünkü festivali işleyen basın organlarıı hep büyük prodüksiyonlara ilgi gösterdi. Bu anlamda verilen ödüllerde Takva'yı görmek de sürpriz oldu. Yarışma bölümünde yer almayan "Takva" festivalde yer aldığı bölüme özel olarak verilen "Kültürel Yenilik" ödülüne layık görüldü.

Takva
Serdar Akar'la yollarını ayırdıktan sonra Yeni Sinemacılar'dan Önder Çakar, senaryosunu bu sefer Özer Kızıltan'a emanet etmiş. Erkan Can'ın başrolünde yer aldığı Takva şu aralar da Antalya Altın Portakal'da yarışıyor. Film yüksek ihtimalle bu kış vizyona çıkarılacak.



Ödüller:
İzleyicilerin Seçimi
Bella (Alejandro Monteverde) (bu filmi Meksika yüksek ihtimalle Oscar'a yollar artık)

FIPRESCI Ödülü
Death of a President (Gabriel Range)

Keşif Ödülü
Reprise (Joachim Trier)

"Visions" bölümü Swarovski Kültürel Yenilik Ödülü
Takva - A Man's Fear of God (Ozer Kiziltan)

En İyi Kanada - ilk - Film
Sur la trace d'Igor Rizzi (Noel Mitrani)

Toronto Ödülü - En iyi Kanada Filmi
Manufactured Landscapes (Jennifer Baichwal)

WTC & Oliver Stone'un Çöküşü!



Fragmandan ötürü çok fazla bir şey beklemiyordum açıkçası. Ama beklediğimden daha da kötü çıktı film. WTC, öncelikle gayet boş bir film. Film, United 93 gibi o anda olanlara odaklanıyor. Ama aralarda kahramanlık naraları da atmaya bayılıyor. Özellikle
Michael Shannon'ın oynadığı Dave Karnes karakteri bu filme sokularak gayet kötü (niyetli) bir iş çıkartılıyor. Greengrass'ın erdemlerini deneyimli Oliver Stone gösteremiyor.



Film seyirlik olarak da başarılı değil. Zira böyle etkileyici bir olayı da inanılmaz sıkıcı bir biçimde aktarmayı başarıyor. Evde polislerimizi bekleyen eşler rolünde Maria Bello & Maggie Gyllenhaal bir içim su. Ama karakterleri o kadar gereksiz ki.

Oliver Stone'dan umudu mu kessek diye düşünüyorum. Açıkçası Alexander mı daha kötü bu mu diye düşünüyorum. Ama Alexander'ın en azından bir duruşu vardı ve World Trade Center gibi bir TV filmi havasında da değildi. Eğer gözyaşı tuzaklarına kapılırsanız belki biraz hoşlanabilirsiniz filmden ama bir bütün olarak gayet başarısız bir deneyim.