Thursday, February 14, 2008
Saturday, February 09, 2008
byeeee byeeee (miss american pieee)
Bu blog burada biter... (ama yenisi geliyor)
Veda lafları etmek gerek ama tam veda değil sonuçta daha çok adres değişikliği... Burayı da kaldırmayı düşünmüyorum çünkü oldukça hoş bir arşiv oluştu. Arada bir eskilere göz gezdirmek güzel olabilir.
Yeni bloga gelince... bu sefer sadece ben olmayacağım.
Linkine de yakın zamanda buradan ulaşabilirsiniz.
Thursday, January 24, 2008
Wednesday, January 23, 2008
ne kötü bir gün...
Kötü bir gün geçirdim zaten... tam huzur içinde uyumayı planlıyordum ki... son zamanlarda duyduğum en kötü haberle karşılaştım..
çok yetenekliydi, gerçek bir star olabilecek kapasitedeydi. Ne kadar dandik filmlerde oynarsa oynasın hep kendini gösterdi. Oyunculuğunu konuşturdu... Ledger bu kuşağın James Dean ya da River Phoenix'i olabilir... ama keşke olmasaydı... 60'ına geldiğinde de hala onu izleyebiliyor olsaydık... Çok büyük kayıp. Büyük bir yetenek uçtu gitti.
Monday, January 21, 2008
SAG ödülleri Türkiye'de de yayında...
Sektör ödülleri bizim ülkemizde görmezden gelinir genelde. Ama bunlar da en az Oscar ve Altın Küre'ler kadar cafcaflı oluyor. En renklileri de tabii ki "Oyuncular Birliği" ödülleri oluyor... Tonlarca yıldız o gece orada olacak, ve bu sene ödül töreni Türkiye'de yayınlanıyor. Digiturk'ün Showplus kanalı önümüzdeki Pazar'ı Pazartesi'ye bağlayan gece 03.00 itibariyle töreni canlı olarak yayınlayacak. Haberiniz olsun.
Oy pusulasını bu linkten indirebilirsiniz.
Sunday, January 20, 2008
2007'nin en iyileri...
Yine vizyon dışında kalanlarla ve ilk 10'a yakın olanlarla başlayalım..
Geçtiğimiz sene vizyon dışında kalan ve oldukça büyük ilgi toplayan filmler vardı. "Half Nelson" bunların arasındaydı. Ryan Gosling ve Sharreka Epps'in çok iyi performanslarının yanında film bir bağımsızın işlemesi gerektiği gibi çalışıyordu. Birbirine iyi gelen ikili insan öyküleri içinde favorilerim arasında yer aldı film. Beyazperdede gördüğümüz öğretmen öğrenci ilişkilerine de alt metni güçlü bir öyküyle fark atmış oldu ayrıca. Yine vizyon dışında kalan ama festivalde izleme imkanı bulduğumuz "Lady Chatterley", uzun süresine rağmen ana karakterinin yaşadıklarını o kadar samimi bir yolla anlatıyordu ki beni direk tavladı. İngiltere ve Danimarka işbirliği ile izlediğimiz "Red Road", Tsai Ming Liang'ın son numarası "I don't Want to Sleep Alone", Chan Wook Park'ın vizyon görmeyen "I'm a Cyborg but That's OK", festivalde izleyici ödülü alan "Art of Crying" de favorilerim arasındaydı.
Vizyonda top 10'a yakınlaşan filmler arasında ise, hiç şüphesiz Cronenberg'in "Eastern Promises"i başlarda seyrediyor. David Fincher'ın Zodiac'ı çok çok başarılıydı. Bu yıl yüzümüzü güldüren western'lerden "3:10 to Yuma" da inanılmaz keyifliydi.
Gelelim bu seneki ilk 10'uma...
10. Grbavica
Altın Ayı'lı Grbavica bize oldukça geç geldi. 90'larda hepimizin bilincinde yer eden eski Yugoslavya'nın dağılışı ve çıkan çatışmalara bir ağıt niteliğinde olan film. Baş karakteri Esma ve kızı yoluyla hafızamızı tekrar deşiyordu. Bir yandan sırrı ortaya çıkıyor, o çıktıkça da Esma'nın yüzleşmeleri filmi daha da güçlü hale getiriyordu. Duru ve ne yaptığını bilen bir anlatım, mükemmel oyunculuklarla Grbavica bence geçen senenin en iyilerindendi.
9. Michael Clayton
Tony Gilroy senarist olarak "Bourne" serisinde zaten gönlümüzü çalmıştı. Ama meğerse yönetmen olarak da çok becerikliymiş. Öyküsündeki dağınık kurgu ve sistematik açıdan solak bir film olması pek çok kimseyi rahatsız etmi olabilir ama Michael Clayton yurtdışında da söylendiği gibi 70'lerin o havasını tekrar kazandırıyordu sinemaya. Clayton'ın bir yandan kişisel yolculuğu bir yandan da büyük şirket açmazları filmde çok lezzetli bir biçimde işleniyordu. İşin oyuncular kısmı ise daha önceki yazılarda da yazdığım gibi çok iyiydi.
8. Ratatouille
Bu durumda en çok acıdığım şey Pixar'ın yaratıcısı John Lassetter. Adam "Toy Story"yle yeni bir çağ açtı ve şu anda animasyon sektörünün en kaliteli şirketini güçlendirdi. Ammavelakin Brad Bird geldi ve onun yaptığı filmlere de fark atıyor. "The Incredibles"dan sonra "Ratatouille" ile yine harikalar yarattı. Bu sefer çok daha klasik bir öykü ve anlatımla karşımıza çıktı Bird ve bir yandan eski kafalıları bir yandan da yenilikçileri tavladı sanırsam. Sadece bu yılın en iyi animasyonu değil, aynı zamanda en iyi filmlerinden birisiydi. Anton Ego rolünde Peter O'Toole'u da unutmadan anmış olayım. Süperdi.
7. The Queen
Bu film sadece Helen Mirren değildi. Film hakkında bol bol yazdım orada burada. Burda tekrar etmek istemiyorum. Geçen senenin en iyi senaryolarından biriydi bence. Ve Frears'ın eleştirilen 'belgeselvari TV'ye yakışan' anlatımı da hem senaryoyu hem de oyuncuları daha da güçlendiriyordu. Sonuna kadar leziz bir işti.
6. Atonement
Joe Wright kıskanılacak bir adam. Evet Atonement belki belli noktalarda gösteriş açısından abartıya kaçıyor olabilir ama bu film bundan yıllar sonrasına da kalabilecek 2000'lerin en başarılı filmlerinden biri olarak anılacak. En kısa zamanda tekrar seyretmek istiyorum. Yeri biraz düşük gelebilir ama buranın üstündeki filmler kişisel boyutta beni biraz daha etkiledi.
5. Yumurta
Bu yıl Türk sinemasında adam gibi iş çıkaran tek kişi, Semih Kaplanoğlu. Kişisel sinema yapıyordu eyvallah. Belki çoğunluğa uygun bir iş de değildi. Ama zamanlamayı kullanışı, oluşturduğu mizansenler, kadrajlar, oyuncularla çalışma ve onlardan performans çıkarma biçimi... Ufak çapta bir başyapıt izlediğimizi düşünüyorum. Türk sineması bir de Saadet Işıl Aksoy'u kazandı. Şu an deli gibi beklediğim iki şey var... Biri bunun DVD'si, diğeri de Süt.
4. Little Children
Bu filmi gerektiğinden fazla abartıyor muyum diye düşünmüyor değilim. Ama Todd Field sanırım benim yumuşak taraflarımdan birisi olacak hep. Adamın sinema diline bayılıyorum. "In the Bedroom"da da bitirmişti beni, burada da. Adam işin her bir öğesini o kadar iyi hesaplıyor gibi gözüküyor ki. Kurgusu, müziği, kadraj ayarları hep planlı hep sistematik ve bir araya gelince de deli gibi etkili. Birinci sınıf bir işti.
3. The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford
Bu isme zaten daha aşağısı yakışmazdı. Son yılların en karizmatik isimli filmi. Ama sırf o kadar değil. Yönetmen Andrew Dominik anladığım kadarıyla gerek çekimlerde gerekse kurgu masasında baya zorlanmış yapımcılar tarafından. Sonunda ortaya çıkan iş onun tam olarak içine sindi mi bilmiyorum ama enfes birşey çıkmış. Film ilk başladığında olmamış bir Terrence Mallick kopyası izleyecez sanmıştım. Evet anlatımda ortak noktalar çok var ama bu film onun dışında da yaşayan bir film. Brad Pitt, Babel sonrasında (o filmi de beğenmedim gerçi ama) yine blockbuster saçmalıkları dışında birşeyde gözükerek takdir kazandı. Hala fiziksel açıdan yanlış seçim olduğunu düşünüyorum ama çok iyi oynuyordu. Kadro genel anlamda çok iyiydi zaten. Casey Affleck'se aşağıdaki yazımda da gördüğünüz gibi inanılmazdı. Roger Deakins ve Nick Cave'e de özel bir selam çakmak lazım.
2. Pan's Labyrinth
Bu film giderek içinizde büyüyen filmlerden birisi. Her izleyişimde daha çok seviyorum. Ofelia'nın acılı dünyası, ve bu dünyadan kaçma yolları çok klasik bir anlatıma sahip olsa da hiçbir şekilde rahatsız etmiyordu. Guillermo Del Toro'nun diğer filmlerine de bir göz atmak lazım.
1. Letters from Iwo Jima
Beni tanıyanlar nasıl bir Clint Eastwood hastası olduğumu bilirler. Ama sonuçta adamın kaşını gözünü sevmiyoruz. Yaptığı sinema, 90'lar sonrasında nadir rastladığımız ve benim çok sevdiğim klasik Amerikan sinemasını yaşatıyor. Ford ya da Huston tadında birisinden bahsediyoruz benim için... Ve şunu da belirteyim, 'Amerikan yönetmen Japonların tarafından anlatmış' muhabbeti beni enterese etmiyor. Aynı şeyi Amerika'lılar tarafında da yapsa yine tav olurdum. (Flags of our Fathers, bu anlamda o kadar başarılı değildi) Modern çağımızın klasiklerinden birisi bu film.
Geçtiğimiz sene vizyon dışında kalan ve oldukça büyük ilgi toplayan filmler vardı. "Half Nelson" bunların arasındaydı. Ryan Gosling ve Sharreka Epps'in çok iyi performanslarının yanında film bir bağımsızın işlemesi gerektiği gibi çalışıyordu. Birbirine iyi gelen ikili insan öyküleri içinde favorilerim arasında yer aldı film. Beyazperdede gördüğümüz öğretmen öğrenci ilişkilerine de alt metni güçlü bir öyküyle fark atmış oldu ayrıca. Yine vizyon dışında kalan ama festivalde izleme imkanı bulduğumuz "Lady Chatterley", uzun süresine rağmen ana karakterinin yaşadıklarını o kadar samimi bir yolla anlatıyordu ki beni direk tavladı. İngiltere ve Danimarka işbirliği ile izlediğimiz "Red Road", Tsai Ming Liang'ın son numarası "I don't Want to Sleep Alone", Chan Wook Park'ın vizyon görmeyen "I'm a Cyborg but That's OK", festivalde izleyici ödülü alan "Art of Crying" de favorilerim arasındaydı.
Vizyonda top 10'a yakınlaşan filmler arasında ise, hiç şüphesiz Cronenberg'in "Eastern Promises"i başlarda seyrediyor. David Fincher'ın Zodiac'ı çok çok başarılıydı. Bu yıl yüzümüzü güldüren western'lerden "3:10 to Yuma" da inanılmaz keyifliydi.
Gelelim bu seneki ilk 10'uma...
10. Grbavica
Altın Ayı'lı Grbavica bize oldukça geç geldi. 90'larda hepimizin bilincinde yer eden eski Yugoslavya'nın dağılışı ve çıkan çatışmalara bir ağıt niteliğinde olan film. Baş karakteri Esma ve kızı yoluyla hafızamızı tekrar deşiyordu. Bir yandan sırrı ortaya çıkıyor, o çıktıkça da Esma'nın yüzleşmeleri filmi daha da güçlü hale getiriyordu. Duru ve ne yaptığını bilen bir anlatım, mükemmel oyunculuklarla Grbavica bence geçen senenin en iyilerindendi.
9. Michael Clayton
Tony Gilroy senarist olarak "Bourne" serisinde zaten gönlümüzü çalmıştı. Ama meğerse yönetmen olarak da çok becerikliymiş. Öyküsündeki dağınık kurgu ve sistematik açıdan solak bir film olması pek çok kimseyi rahatsız etmi olabilir ama Michael Clayton yurtdışında da söylendiği gibi 70'lerin o havasını tekrar kazandırıyordu sinemaya. Clayton'ın bir yandan kişisel yolculuğu bir yandan da büyük şirket açmazları filmde çok lezzetli bir biçimde işleniyordu. İşin oyuncular kısmı ise daha önceki yazılarda da yazdığım gibi çok iyiydi.
8. Ratatouille
Bu durumda en çok acıdığım şey Pixar'ın yaratıcısı John Lassetter. Adam "Toy Story"yle yeni bir çağ açtı ve şu anda animasyon sektörünün en kaliteli şirketini güçlendirdi. Ammavelakin Brad Bird geldi ve onun yaptığı filmlere de fark atıyor. "The Incredibles"dan sonra "Ratatouille" ile yine harikalar yarattı. Bu sefer çok daha klasik bir öykü ve anlatımla karşımıza çıktı Bird ve bir yandan eski kafalıları bir yandan da yenilikçileri tavladı sanırsam. Sadece bu yılın en iyi animasyonu değil, aynı zamanda en iyi filmlerinden birisiydi. Anton Ego rolünde Peter O'Toole'u da unutmadan anmış olayım. Süperdi.
7. The Queen
Bu film sadece Helen Mirren değildi. Film hakkında bol bol yazdım orada burada. Burda tekrar etmek istemiyorum. Geçen senenin en iyi senaryolarından biriydi bence. Ve Frears'ın eleştirilen 'belgeselvari TV'ye yakışan' anlatımı da hem senaryoyu hem de oyuncuları daha da güçlendiriyordu. Sonuna kadar leziz bir işti.
6. Atonement
Joe Wright kıskanılacak bir adam. Evet Atonement belki belli noktalarda gösteriş açısından abartıya kaçıyor olabilir ama bu film bundan yıllar sonrasına da kalabilecek 2000'lerin en başarılı filmlerinden biri olarak anılacak. En kısa zamanda tekrar seyretmek istiyorum. Yeri biraz düşük gelebilir ama buranın üstündeki filmler kişisel boyutta beni biraz daha etkiledi.
5. Yumurta
Bu yıl Türk sinemasında adam gibi iş çıkaran tek kişi, Semih Kaplanoğlu. Kişisel sinema yapıyordu eyvallah. Belki çoğunluğa uygun bir iş de değildi. Ama zamanlamayı kullanışı, oluşturduğu mizansenler, kadrajlar, oyuncularla çalışma ve onlardan performans çıkarma biçimi... Ufak çapta bir başyapıt izlediğimizi düşünüyorum. Türk sineması bir de Saadet Işıl Aksoy'u kazandı. Şu an deli gibi beklediğim iki şey var... Biri bunun DVD'si, diğeri de Süt.
4. Little Children
Bu filmi gerektiğinden fazla abartıyor muyum diye düşünmüyor değilim. Ama Todd Field sanırım benim yumuşak taraflarımdan birisi olacak hep. Adamın sinema diline bayılıyorum. "In the Bedroom"da da bitirmişti beni, burada da. Adam işin her bir öğesini o kadar iyi hesaplıyor gibi gözüküyor ki. Kurgusu, müziği, kadraj ayarları hep planlı hep sistematik ve bir araya gelince de deli gibi etkili. Birinci sınıf bir işti.
3. The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford
Bu isme zaten daha aşağısı yakışmazdı. Son yılların en karizmatik isimli filmi. Ama sırf o kadar değil. Yönetmen Andrew Dominik anladığım kadarıyla gerek çekimlerde gerekse kurgu masasında baya zorlanmış yapımcılar tarafından. Sonunda ortaya çıkan iş onun tam olarak içine sindi mi bilmiyorum ama enfes birşey çıkmış. Film ilk başladığında olmamış bir Terrence Mallick kopyası izleyecez sanmıştım. Evet anlatımda ortak noktalar çok var ama bu film onun dışında da yaşayan bir film. Brad Pitt, Babel sonrasında (o filmi de beğenmedim gerçi ama) yine blockbuster saçmalıkları dışında birşeyde gözükerek takdir kazandı. Hala fiziksel açıdan yanlış seçim olduğunu düşünüyorum ama çok iyi oynuyordu. Kadro genel anlamda çok iyiydi zaten. Casey Affleck'se aşağıdaki yazımda da gördüğünüz gibi inanılmazdı. Roger Deakins ve Nick Cave'e de özel bir selam çakmak lazım.
2. Pan's Labyrinth
Bu film giderek içinizde büyüyen filmlerden birisi. Her izleyişimde daha çok seviyorum. Ofelia'nın acılı dünyası, ve bu dünyadan kaçma yolları çok klasik bir anlatıma sahip olsa da hiçbir şekilde rahatsız etmiyordu. Guillermo Del Toro'nun diğer filmlerine de bir göz atmak lazım.
1. Letters from Iwo Jima
Beni tanıyanlar nasıl bir Clint Eastwood hastası olduğumu bilirler. Ama sonuçta adamın kaşını gözünü sevmiyoruz. Yaptığı sinema, 90'lar sonrasında nadir rastladığımız ve benim çok sevdiğim klasik Amerikan sinemasını yaşatıyor. Ford ya da Huston tadında birisinden bahsediyoruz benim için... Ve şunu da belirteyim, 'Amerikan yönetmen Japonların tarafından anlatmış' muhabbeti beni enterese etmiyor. Aynı şeyi Amerika'lılar tarafında da yapsa yine tav olurdum. (Flags of our Fathers, bu anlamda o kadar başarılı değildi) Modern çağımızın klasiklerinden birisi bu film.
Saturday, January 19, 2008
2007'nin hayal kırıklıkları ve en kötüleri...
Hayal kırıklıkları...
Geçen haftalarda yazdığım 'Kabadayı' yazısı çok hiddetliydi kabul ediyorum... ama kendisini 'en kötüler' yerine 'hayal kırıklığı' statüsünde değerlendirdiğimi bir de burada açıklayayım. Hala filmin iyi olduğunu düşünmüyorum, ama elbette daha ne kötüler var. Ama gerek Yavuz Turgul gerekse Ömer Vargı'ya hala bu filmi yakıştıramıyorum. Ama tabii bu sene hayal kırıklığı yaratan tek usta isimler onlar değildi. Brian De Palma fiyaskosu 'The Black Dahlia' ya da Ridley Scott'ın vasat 'A Good Year'ını hatırlayın. Cate Blanchett dışında sıfır özellikli 'Elizabeth: The Golden Age' ise birincisinin yanına bile yaklaşamıyordu. Bill Condon'un şaşaalı müzikali 'Dreamgirls', yaratıcılığına rağmen sıkıcılıktan kaçamayan "Across the Universe", orjinal bir fikirden çıkıp yeterince sağlam yapı kuramayan "Death of a President" da yılın hayal kırıklıkları içindeydi.
Kötüler...
Yılın bariz kötülerine geçince bol bol Türk filminden bahsetmek gerek. Bu sene Türk sineması için çok kötü bir seneydi bence. Yumurta dışında benim tam anlamıyla tatmin eden ya da buna yaklaşan bir başka film olmadı. Yılın en kötüsü ödülü 'Gomeda'ya gidiyor. Tan Tolga Demirci'nin uzun metraj denemesi hakkında diyecek birşey bulamıyorum açıkçası. Bunun dışında sevgili oyuncularımızın Amerika'da becerdiği "Living & Dying" (gerçi çok da yüklenmemek gerek çünkü film bariz bir TV filmi... ama yine de sinemada seyredince insanın kafasını kesesi geliyor.) İzleme şanssızlığına eriştiğim diğer kötü yerli yapımlarımız ise Janjan, Maskeli Beşler: Irak gibi güzide yapımlarımızdı.
Ve elbette yabancılar tarafında bir de 300'ümüz var. Daha önce yazmıştım uzun uzun... hala aynı şeyi düşünüyorum: bol kaslı ve sıfır zekalı bir film kendileri. Diğer kötüler arasında "Perfect Stranger" ve Jim Carrey adına üzüldüğüm "The Number 23" var. Aptallar için politika dersi niteliğinde olan "Lions for Lambs" kadrosuna yazık etmişti ve özellikle Robert Redford'ın sahneleri iyice çileden çıkartıcıydı.
Friday, January 11, 2008
2007'nin En İyi Performansları Vol.3
Gelelim erkeklerde ilk 10'umuza... (vizyona giren filmler içinde)
10- Russell Crowe (3:10 to Yuma)
Bu filmde tonlarca çok sıkı performans vardı. Ben Foster, Christian Bale veya Peter Fonda. Herkesin de favorisi ayrı ayrı şüphesiz. Yine de ben filmden tek bir isim seçmem gerekirse Crowe'u seçerdim. Rolüne getirdiği karizma bence öykünün daha da sürüklenmesini sağlıyordu. Evet özellikle Foster başta olmak üzere rol çalanlar vardı ama şu filmi sevdiysem en büyük nedeni Crowe'un yansıttığı ruhtur.
9- Guy Pearce (Factory Girl)
Pearce sessiz sedasız biçimde belki de kariyerinin en etkileyici performansını sundu bize 'Factory Girl'de. Adam Andy Warhol'u oynadı, daha ne olsun? Karakterin o nevi şahsına münhasır garipliği, kitschliğini çok da karikatürize etmeden gerçekleştirdi. Sienna Miller da filmde ondan çok besleniyor gibi gözüküyordu. En azından Edie'nin hayatındaki çıkmazları bile daha iyi anlıyorduk bu karakter sayesinde. İzlemediyseniz mutlaka göz atın.
8- Mircea Andreescu (12:08 East of Bucharest)
'Bu da kim?' diyebilirsiniz. Filmi izlediyseniz ikinci yarıdaki tek gülme kaynağınızdan bahsediyorum. Hiç kıpırdamayan bir kamera karşısında 3 kişi. Kabul edelim ki hali hazırda komik bir senaryo da mevcut. Ama Andreescu'nun o dünyayı umursamayan ihtiyarı geçen senenin en hatırlanası karakterlerinden biriydi. İnanılmaz doğal olduğunu söylemeye gerek bile duymuyorum, zira Romanya sinemasından bahsediyoruz.
7- Kazunari Ninamiya (Letters From Iwo Jima)
Tamam başrolde Ken Watanabe çok karizmaydı ama Ninamiya bence filmin gizli yıldızıydı. Saigo zaten anlatıcı niteliğiyle de filmin merkezinde yer alıyordu aslında. Çoğu gelişmeyi onun gözünden görüyorduk. Ninamiya, Hollywood'a transfer olur mu bilinmez ama takip edilesi bir oyuncu. Karakterin naifliği, hassaslığı ile benin filmde en sevdiğim performansa imza attı.
6- Jackie Earle Hayley (Little Children)
Filmi ne kada sevdiğimi daha önce de yazdım buralarda. Aslında ensemble olarak tüm kadro çok iyiydi. Özellikle bayanlar da ön plana çıkıyordu ama filmin erkekleri Patrick Wilson & Hayley de gayet iyilerdi. Hayley, bu garip kişiliği bence tüm duygularını falan vererek gayet iyi yansıtıyordu perdeye. Karaktere ne kızabiliyorduk, ne de destekleyebiliyorduk. Birinci sınıftı.
5- Leonardo DiCaprio (Blood Diamond)
Bu herif iyice coşmaya devam ediyor. Gerçi daha ilk işlerini düşündüğümüzde de süper performansları vardı ama giderek olgunlaştı, pişti falan. İnanılmaz güzel bir aksan (hatta aksanlar) vardı film boyunca. Hiç beklemiyordum, filmi izlemeye başlarken, ama resmen kilitledi bizi filme. Sırf aksan için bile defalarca izlenir film. DiCaprio neslinin en sağlam oyuncularından biri olarak anılacak kesin. Filmde Hounsou da çok iyiydi ama artık ben şahsen bıktım onun bu 'ezilen ama gururlu 3. dünya vatandaşı' tipinden... DiCaprio ise tamamen tazeydi. :)
4- Murat Han (Mutluluk)
Bir ilk performans ve bomba gibiydi. Özgü Namal'la çok iyi bir ikili oluşturdular. Talat Bulut'un kötü performansı ve diyaoglarına rağmen bu ikili filmi alıp götürdüler. Han, bence sinemamızda pek çok oyuncuda bulunmayan hassas oyunculuğu nüanslarla çok iyi beceriyordu.
3- George Clooney (Michael Clayton)
Bu herif de iyice oldu artık. Bir kaç sene öncesine kadar en fazla 'rol kesen yakışıklı' derdim. Hiçbir şekilde küçümsemem zira adam süper ama oyunculuk anlamında çok ileriye gideceğini de düşünmüyordum. Michael Clayton'da Tom Wilkinson herkesin favorisi. Katılırım çok iyiydi ama Clooney beni biraz daha tatmin etti diyebilirim. Öyle çok abartılı bir karakter olmadığını da kabul ediyorum ama oyuncunun seçtiği oyunlar beni gayet tatmin etti üstelik karakterle daha kolay empati kurmamı da sağladı. Michael karakteri bir yandan Clooney'nin tipik oyunlarını vermesine olanak sağlarken bir yandan da ona yeni kapılar açıyordu.
2- Viggo Mortensen (Eastern Promises)
Bu adam yıllar boyunca nasıl harcanmış belli değil. Sürekli kadınları baştan çıkartan karizmatik yasak aşk rolleriyle hatırlarım. Aragorn'la yeni bir kapı açıldı şüphesiz ama Mortensen kendini Cronenberg'le buldu. 'A History of Violence'ta da olağanüstüydü, burada da. Mafyatik karakter belki ilk bakışta çok klişe gibi gözükebilir ama adam döktürüyordu. Çırılçıplak hamam sahnesi için de harbiden cesaret gerekirdi. Mortensen bu sene Oscar'a aday olur sonuna kadar da hakeder.
1- Casey Affleck (The Assassination of Jesse James by the Coward Robert Ford)
Önümüzdeki aylarda vizyona girecek olan 'Gone Baby Gone'da da çok iyi... Affleck bu senenin en etkileyici, ateşleyici kışkırtıcı performansını veriyordu. Brad Pitt de filmde çok iyiydi ama Affleck filmin tek yıldızıydı. O mıymıntı, korkak, ve hatta lavuk karakteri filmi tek başına götürüyordu. Zaten bir mit kıvamında olan Jesse James'i hiç görmesek bile bu herif tek başına yetebilirdi herhalde. İki Affleck de son yıllarda bir yükselişe geçtiler, hayırlısı diyelim. Ve bu sene kategorisinde Oscar'ı en çok hakettiğini düşündüğüm isim olduğunu da ekleyeyim.
Sunday, January 06, 2008
2007'nin En İyi Performansları Vol.2
Bu sene erkekleri listelemek çok zormuş. Vizyon dışında bile ayrı bir top 10 mu yapsam diye düşünmedim değil. Neyse burada baya bi isimden bahsedeceğiz.
Vizyon dışı erkeklere baktığımızda açık ara birinci Ryan Gosling olur. 'Half Nelson' hakkı olan Oscar adaylığı alan Gosling bence yeni neslin en yetenekli oyuncularından birisi. Rol arkadaşı Shareeka Epps'le birlikte çok başarılı bir kimya oluşturdular. Gosling'in oyunculuğunun en albenili yanı şüphesiz doğallığından geliyor. Anthony Hopkins'le birlikte oynadığı Fracture'da da bunu gösterdi zaten. Karakterin içine giriyor ve onun üzerinden enfes oyunlar, mimikler vs. çıkarıyor. Geçen senenin en iyi performanslarından biriydi.
İkinci çok iyi bir performans da Ben Affleck'ten geldi. 'Hollywoodland'de kariyeri sönen bir aktörü canlandırıyordu. Film pek çok açıdan hataları olan bir filmdi. Zaman zaman sarkıyordu ama Affleck o etkileyici, duygusal ve kontrollü oyunuyla resmen döktürüyordu. Venedik Film Festivali'nde de en iyi aktör ödülünü aldığını hatırlatayım.
Vizyona giremeyen diğer başarılı performanslara gelince...
Ümit vaat eden gençler Yuri Chursin (Playing the Victim), Joseph Cross (Running With Scissors) ve Sam Riley'yi (Control) ileride yine böyle etkileyici rollerde görürüz umarım.
Bunun dışında parlak diğer performanslara bakınca daha bir sürü isim var. Peter O'Toole, Venus'de bomba gibiydi. Oscar'ı alsa hakederdi. (Ratatouille'deki seslendirmesi de çok başarılıydı) Bunun yanında Offscreen'le delilik sınırlarında dolaşan Nicolas Bro, Red Road'la Tony Curran, L'amico Di Famiglia ile Luigi Angelillo bahsedilmesi gereken diğer aktörler.
Vizyonda da yine çok sağlam isimler vardı.
Richard Gere, The Hoax'la döktürüyordu. (The Hunting Party ile de çok iyi diye duydum ama maalesef izleyemedim henüz) Copying Beethovven'la Ed Harris, Black Snake Moan'la Samuel L. Jackson, Little Miss Sunshine'ın tüm beyleri (başta Steve Carrell olmak üzere), Indigenes'nin göçmen askerleri, Zodiac'ın beyleri (özellikle Marc Ruffallo ve Robert Downey Jr.), The History Boys'un kafası karışık öğrencileri, Bug'ın iki sorunlu erkeği Harry Connick Jr. ve filmin esas yıldızı Michael Shannon. Eastern Promises'le Vincent Cassell ve Ermin Mueller Stahl, Breach'le Chris Cooper, The Last King of Scotland'la Forest Whitaker ve James McAvoy (ve aynı zamanda Atonement'la tabii) , Perfume'la sinemaya sağlam bir başlangıç yapan Ben Whishaw, Ken Watanabe komutasında Iwo Jima kadrosu, Afrika dağlarında elmasın çok çektirdiği Djimon Hounsou, senenin ölüm tanrısı Tom Wilkinson (Michael Clayton), Dreamgirls'le rol çalan Eddie Murphy; Stranger than Fiction'la Will Ferrell, artık iyice pişmiş olan Will Smith (Pursuit of Happiness) ve The Lives of Others'la Ulrich Mühe. (toprağı bol olsun)
Son olarak da bence senenin yıldızlarından birinden bahsedeyim. Shia LaBeouf'u bu sene ilk olarak, 'A Guide to Recognizing Your Saints'le gördük. Çok sağlam bir bağımsızdı ve zengin kadrosunun tamamı olağanüstüydü. Bu keyifli büyüme öyküsünü kesinlikle tavsiye ederim. Bunun yanında LaBeouf, Disturbia ve Transformers'da resmen şov yaptı. Yaşındaki diğer oyuncularla karşılaştırınca sanki 30 yıl önlerinde gibi rahat ve doğal oyunuyla hem drama hem komedi yönünden göz dolduruyordu. LaBeouf'tan da özel olarak bahsedeyim dedim.
Çok yazdım... senenin vizyondaki 10 performansından sonra bahsedelim. :)
Thursday, January 03, 2008
2007'nin En İyi Performansları Vol.1
Evet yine vizyona girme kriterine göre bence yılın en iyi kadın performanslarının listesi. Klasik olarak vizyon dışı kategorizasyon da yapmak lazım.
Aslında tek bir isimden bahsetmek çok zor. Bizde direk DVD'ye çıkan 'Running with Scissors'la Annette Bening, 'Snow Cake'le Sigourney Weaver ve olağanüstü Cate Blanchett 'The Good German'la parlıyorlardı. Festivallerde izleme olanağı bulduğumuz Kate Dickie (Red Road) ve Samantha Morton (Control) da yılın en iyileri arasındaydı. Ama bence vizyon dışı performanslarda Marina Hands'den özel olarak bahsetmek gerek. Geçen sene festivalin en iyilerinden 'Lady Chatterley'nin anlatımdaki gücü Hands'in performansı sayesinde bir kat daha değerleniyordu.
Vizyondaki parlak performanslar arasında 'Atonement' ve 'Little Miss Sunshine'ın kızları, 'Breaking & Entering'le Robin Wright Penn ve ilham verici Vera Farmiga, Beni şaşırtan Christina Ricci (Black Snake Moan) ve Sienna Miller (Factory Girl) ve bence en usta oyunculara taş çıkartan 'Yumurta'yla Saadet Işıl Aksoy yılın iyileri içindeydi. Yılın 10 kadın performansına geçersek...
10- Jennifer Hudson (Dreamgirls)
İlk performansıyla Oscar'ı götürdü ama bence sonuna kadar da haketti. Hudson'ın işi şarkı söylerek kolaylaştı diye düşünüyor olabilirsiniz, ama hiçbir eğitimi olmayan bir kızın bu kadar sorunlu bir karakteri bu kadar sorunsuz şekilde aktarması bence takdire şayandı. Tabii bunda yüksek ihtimalle yönetmen Bill Condon'un katkısı da büyüktür, ki aynı filmde aslında Beyonce'yi de gayet iyi bulduğumu belirtmeliyim.
9- Maggie Gyllenhaal (Sherrybaby)
Gyllenhaal geçen sene gayet iyi performanslarla karşımıza çıktı. World Trade Center, Stranger Than Fiction'da gayet iyiydi. Ama Sherrybaby tam olarak onun filmiydi. Aslında son derece antipatik bir karakter olan Sherry onun (ve iyi kotarılmış senaryonun da) sayesinde seyirciyi çok da fazla uzaklaştırmıyordu ve empati kurulmasını sağlıyordu. Yazık ki Oscar'a aday olamadı.
8- Tilda Swinton (Michael Clayton)
Swinton'ı ilk olarak 'Deep End'de izlemiştim ve o zamandan beri de bir tane kötü performansını görmedim. Michael Clayton baştan aşağıya mükemmel performanslarla bezeliydi, ve Swinton da son zamanlarda gördüğüm en egzantrik kötü karakterlerden birisini canlandırıyordu. Direk 'bitch' değildi ama öyle olmaya çalışıyordu. O provaları, ayna önünde kendisine bakışları bir yandan içindeki tedirginlik ve beceriksizlik bir yandan da bunları hissettirmemeye çalışması ve güçlüymüş gibi göstermesi baya baya efsane sahneler izlememizi sağladı. Swinton bu sene Oscar adayları arasında yer alacak yardımcı kadın oyuncu kategorisinde.
7- Ashley Judd (Bug)
Beni şaşırtan oyunculardan birisiydi. Judd'ı hiç ciddiye almazdım ta ki Bug'ı izleyene kadar. Film çok iyi bir psikolojik gerilimdi ve yine harika bir ensemble vardı, Judd da filmin merkezine yakışıyordu. Hep böyle bir potansiyeli var mıydı, yoksa yönetmen farkı mı bilmiyorum ama o ekip kaşındıkça siz de yerinizde ufaktan huylanıyordunuz. Ne yazık ki ödül sezonuna kadar unutuldu ama Judd, seksi güzel hatun imajının da ötesine geçti bence.
6- Özgü Namal (Mutluluk)
Ben Namal'ı doğru düzgün tanımazdım. Polis'te de çok beğendim Beynelmilel'de de... ama Mutluluk bir başkaydı. Filmin ne kadar hatası sarkması falan filanı varsa hepsini unutuyordunuz. Bence sinemamızın hem dramayı hem de komediyi sonuna kadar beceren nadir oyuncularından biri olmaya aday.
5- Carice Van Houten (Black Book)
Bir kadın düşünün, hem dişiliğini sonuna kadar koruyacak hem de saf aksiyon bir ajan geriliminde olacak. Zor iş... Geçtiğimiz senenin Mata Hari'si Van Houten, tüm filmi omuzlarında taşıyordu. 2 küsür saatlik filmde kılıktan kılığa giriyor, türlü ajanlık numaraları yapıyor, bir yandan karakterin trajedisini yansıtıyor, hatta başından aşağıya dışkıları yiyordu. Yönetmen Verhoeven bu karaktere çok çektirdi ve bir an bile Van Houten'ı karakter dışında düşünmüyordunuz. Film zaten süper eğlencelikti.
4- Amy Adams (Enchanted)
Geçen sene vizyon dışı olarak Junebug'daki performansıyla bahsettiğim genç oyuncu bu sene de kalbimi çaldı. Enchanted bizde de şu anda vizyonda. Evet, basit bir çocuk filmi gibi gözükebilir ama film son derece zeki ve eğlenceli bir Disney yapımı. Ama şunu belirtmek lazım film gücünün çok büyük bir kısmını da Adams'dan alıyor. Amy Adams mükemmel ve tıpkı Van Houten gibi filmi baştan sona kadar sırtında taşıyor. Bu rolle ikinci Oscar adaylığı alma ihtimali de var.
3- Mirjana Karanovic (Grbavica)
Biraz da ciddi rollere geçelim. Altın Ayı'lı Grbavica'nın başrolündeki Karanovic, Esma rolüyle sade, doğal ve bir o kadar da etkileyici bir performans sergiliyordu. Kızını oynayan oyuncu da gayet başarılıydı, ki aslında genel olarak filmi ben baya beğendiğimi de belirtmeliyim, ama senaryodaki o dokunaklılık ve hassasiyet Karanovic'in oyunuyla daha da güçleniyordu. Filme bir yerlerde rastlarsanız mutlaka bir şans verin.
2- Marion Cotillard (La Vie En Rose)
Bu senenin en garanti Oscar adaylarından Cotillard (daha önce başka filmlerde - mesela 'A Good Year' gördüyseniz makyaj çalışmasına zaten hayran kalırsınız) adeta Edith Piaf olmuştu. Ama bu basit bir taklit değildi. Yani sadece benzerlik ve mimiklerden kurtarmıyordu. Film aslında bana kalırsa ufaktan dandik birşeydi ama sadece bu genç ve güzel (tabii bu filmde pek güzel değil) oyuncu için seyredilebilir. Piaf şarkılarıyla beraber oldukça hoş bir senaryo dinamiğine sahip film Cotillard sayesinde pek çok kişinin takıntılı filmlerinden birisi olabilir.
1- Helen Mirren (The Queen)
Geçen sene onun yılıydı. Cotillard için sarfettiğim 'basit bir taklit' değil ibaresi Mirren için de geçerli. Enfes bir kadroyla ve enfes yazılmış bir senaryoyla beraber Kraliçe hakkında artık laf sarfetmeye bile gerek yok. Bi şey söylemeye cesaret etsek de çarpılırız zatenç Kadın bir bakışla hepimizi herkesi döver geçer. Sadece geçen senenin değil son senelerin en iyisiydi.
Subscribe to:
Posts (Atom)